TARİH:
10 Mayıs 2023
Bazı meslektaşlarımız bu kelimeyi sıkça kullansalar da, öğrenciler başta olmak üzere, diğerlerinin bir kısmı ne demek olduğunu, yani bu kavramın içeriğini, ya bilmiyor, ya da net olarak algılayamıyor. Bir INTERNET sitesindeki genç söyle sesleniyor: “… bu context kafamda baya bi karışık durumda aslında, bu nedir ne değildir, yardımcı olabilecek biri var mı?”1 Bu yazı benzer kişilerin kafalarındaki karışıklığı gidermeyi amaçlıyor. Bağlam kavramı tasarım dünyasını etkileyen ilkelerin önemlileri arasında yer alır. Bağlamın dikte ettiği koşulları yerine getirmeyen tasarımlar istenmeyen sonuçlar yaratabilir. Aksine, bu koşulları görebilenler tasarımları için yararlı ipuçları elde ederler. Elinizdeki yazı söz konusu kavramın ne anlama geldiğini bazı örnekler vererek açıklamayı hedeflemektedir.
Yakın bir geçmişte bağlam konusunda birkaç kitap yayınlanmış2 ve bazı makaleler kaleme alınmış olsa da, bunlar sancılara deva olamamaktadır. Bırakınız yabancı dilde yazılanları, Türkçe olan mevcut yazıların önemli bir kısmı dahi anlaşılmaktan uzaktır. Aynı nedenle burada açık ve net olmaya gayret edeceğim.
1.Tanım
Öz Türkçe tabiriyle “bağlam” olarak kullanılan kelimenin İngilizce karşılığı “context”tir. Kökeni Latince olan aynı kelimeyi Fransızlar da kullanır ve benzer şekilde telaffuz ederler. Türkçede bu kelimeyi yine “kontekst” olarak alıp kullananlar vardır. Lugatlar kelimeyi “ şartlar ve çevre, kaynak ve durum“ olarak tanımlasa da, açıklama bize anlamlı gelmez; bu kelimeler okuyucuya bir şey ifade etmez. Benim tanımımla, kontekst “bir nesnenin, olayın, veya kişinin içinde yer aldığı ortamı, onun içinde bulunduğu her türlü çevreyi” tanımlar. Bir yapının konteksti bitişiğindeki, aynı sokaktaki, o yöredeki ve o şehirdeki diğer yapılardır. Hiç bir şey boşlukta değildir; her şey bir ortam içinde yer alır ve böylece anlam kazanır: eşyalar salonunuzda, eviniz köyünüzde, sandalınız denizde…
Mimari açıdan tasarımı yapılacak olan yapının içinde yer alacağı doğal veya yapay ortam o nesnenin tasarımını birinci derecede etkiler. Sonradan, o yeni yapı da içinde yer aldığı ortamı dönüp etkiler. Mimar, iç mimar, peyzaj mimarı ve şehir plancısı gibi “çevre tasarımcıları” ortamın özelliklerini belirlemek ve ona göre bir tasarım tavrı benimsemek durumundadır. Bu tavır genellikle “ortama uyum” prensibi üzerinden çalışır. Yani, prensip “etrafında ne varsa onlara bak ve benzer şekilde davran – senin yapın da çevreye uyum sağlasın” mesajı verir. Biraz sonra görüleceği üzere, belli durumlarda bunun aksi, yani ortama uyumsuzluk, da geçerli bir ilke olabilir. Buna “zıtlık prensibi” de denir ve tasarımcı bilinçli olarak bağlamın aksi yönde davranılabilir. Ancak, mevcut ortama karşı yapılan muhalefet veya başkaldırı, becerikli ellerin işidir; bilgi, beceri, deneyim ve tasarım kıvraklığı gerektirir. Herkes bu yaklaşımı beceremez.
İleride bağlam kavramının içeriğine derinlemesine girmeden önce, bazı bağlam çeşitlerine işaret etmek yerinde olacaktır. Çünkü esas anlamıyla “fiziksel” olarak algılanan bağlam, pekâlâ “ekonomik”, “sosyolojik”, “kültürel” ve diğer biçimlerde de tanımlanabilir.
2. Bağlam Çeşitleri
Fiziki bağlam insan tavır ve psikolojisini etkiler. Bazı yapılaşmaların insan davranışlarını biçimlendirdiği, tasarımların olumsuzluklar yaratarak anarşi ve vandalizme yol açtığı bilinir. Oscar Newman 1973’te yayınladığı Defensible Space: Crime Prevention Through Urban Design adlı ünlü kitabıyla bu görüşü açıklamıştı. Sıcak iklim insanı yavaş olur, rahatı sever, hatta İspanya’da olduğu gibi öğlenleri uyur. Dağlık yöre insanı, tarihteki Arnavutlar ve Yemenliler gibi, savaşçı ruhlu olur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı kesimleri gibi ekonomisi zayıf olan yerlerin insanları, başarmak için daha saldırgan ve cesur davranır – risk almasını bilir. İç göçlerle büyük şehirlere gelen yurttaşlarımızın başarılarının ardında bu gerçek yatar. Yani, değişik bağlam tipleri birbirlerini etkiler. O nedenle tasarımcının/mimarın sadece fiziki bağlama bakması ve onu incelemesi yetmez; bağlam çeşitlerinin iç etkileşimleri de görülebilmelidir.
2.1. Fiziki/Coğrafik Bağlam
Çevre tasarımcılarını belki de en çok etkileyen unsur tasarlanacak olan nesnenin veya yapının içinde yer alacağı fiziki çevredir. Elinizdeki parselin çevresindeki alan koruma altına alınmış eserlerin yoğunlukta olduğu tarihi bir yer midir, yoksa modern yapıların bulunduğu bir yer mi? Yörede kendine has bir mimari dil gelişmiş midir? Burası orman içinde bir alan mıdır, yoksa çıplak bir ova mıdır? Yoksa bu yer iyi manzaralar sunan dalgalı/engebeli bir arazi midir?... Özetle, yapılaşmış ve doğal çevrenin özellikleri görülmeli ve bilinmelidir.
Coğrafi verilerden yapılaşmış çevre, “topografya” ve “mevcut bitki örtüsü” nün dışında, “iklimsel veriler” de bir yörenin tanımlayıcı unsurları arasında yer alır. Ancak, iklim verileri her zaman yöresel genellemelere uymaz – kimi zaman her farklı konumda değişen özellikler taşır. Buna coğrafyacılar mikro-klima adını verir. Bir yönteminin bulunarak, örneğin yöredeki yaşlılara danışarak, bu mikro- klimatik özellikler genel verilerden ayırt edilebilir. İngilizcede adına “site analysis” (alan veya çevre analizi) denen işlemlerin önemi burada yatar. İyi bir analiz, başarılı bir tasarımın önkoşuludur.
Yapısal anlamda ortaya konacak özellikler o yörede mevcut ve tekrarlanmış olan mimari unsurların saptanması demektir. Bunlar daha çok geleneksel mimarinin yaygın olduğu ortamlarda görülür. Mevcut birkaç ustanın ellerinden çıkmış olan pencerelerin benzer boyutları İzmir’in Şirince yerleşmesinde ve Arnavutluk’un Berat şehrinde adeta ortak bir mimari dil yaratmıştır. Mardin’deki geleneksel taş yapıların yarattığı kentsel doku Karadeniz’in ormanlık ortamında bulunan ahşap ağırlıklı yerleşmelerden son derece farklıdır. Mardin’de yapılar düz damlıdır, çok yağmur alan Karadeniz’dekiler ise dik ve kiremit çatılıdır. Mardin’e asla Karadeniz’deki kadar yağmur yağmaz. İsviçre’nin çok kar yağışı alan bölgelerindeki şalelerin çatıları, içine ayrı bir kat sığabilecek kadar, diktir. Çünkü, kar yükünün çatıları tehdit etmesi istenmez. Anadolu’nun güneyinde bulunan Toros Dağları’nda bazı yaylalarında parlak metal çatılar yerleşme bazında ortak bir özellik oluşturur. Pürüzsüz satıhlı metal çatılar yağan karı üzerinden kaydırarak atar.
Bir yörede kullanılan renklerin bile ortak paydaları oluşmuş olabilir. Örneğin, birçok İtalya şehrinde değişik oranda demir içeren toprağın sunduğu ve sarıdan kırmızıya kadar uzanan bir renk skalası görülür. Her renk diğerini de içerdiğinden, yani birbiriyle akraba olduğundan, yapıların renkleri uyumlu gözükür. Fransa’nın Sarlat şehrinin tüm yapılarında Mardin gibi taş malzeme hâkimdir. Bu doğal malzemenin rengi yerleşme bazında yine ortak bir özellik oluşturur.
Yapılı çevredeki binalar belli bir dönemin tasarım anlayışını ve özelliklerini topluca yansıtıyor olabilir. İstanbul’un Pera’sındaki (Beyoğlu) yapılar Barselona’nın, Roma’nın ve Paris’in XIX. yüzyıl mimari stilini yansıtır. Yani, belirli bir tasarım duyarlılığı veya eğilimi yöresel olarak hakimiyet kurmuş olabilir.
Bazı yerleşmelerde sokak mobilyaları dahi benzer bir tasarım esprisi taşır. İngilizlerin posta kutuları ve telefon kulübeleri ile Paris’in sokaklarındaki kiosklar ve metro girişlerindeki metal tasarımlar adeta bu şehirlerin simgesel unsurları haline gelmiştir.
Ülkemizde ortak ve korunması gereken mimari paydaların bulunduğu bazı yerler yasal olarak “kentsel sit” özelliği kazanırlar. Marmaris’in, Bodrum’un merkezlerinde ve İzmir’de Kemeraltı birer kentsel sit alanıdır. Bu nitelik, ortak mimari dilin ilgili belediyenin ve Koruma Kurullarının denetiminde, yeni yapılaşmada sürdürülmesini amaçlar. Böylelikle, getirilen tasarım sınırlamaların ışığında, mimar kendi tasarım özgürlüğünü kullanır. Bu sınırlamalar pencere boyutları, cephelerdeki dolu-boş oranı, kullanılacak çatı kaplaması vb koşulları içerir. Mimarlık dahil, hiçbir özgürlük sınırsız değildir.
Bir orkestranın değişik enstrümanları gibi, her yapı kendi sesini çıkarır, ama sonuçta yerleşim ölçeğinde bir melodi, bir senfoni, oluşur. Bazı yerlerde, kentsel sit olmasalar dahi, oluşturulmuş olan “Kentsel Tasarım Rehberleri” (KTR) benzer sonuca hizmet eder. Bu rehberler aracılığıyla kentsel harmoniye ulaşılmaya çalışılır. KTR’i size mimari bağlamı bir tasarım zorunluluğu olarak sunar. Ülkemizde maalesef hemen hiç kullanılmayan tasarım rehberleri, tasarımcıların neyi nasıl yapabileceklerini tanımlayan bilgiyi içerir: çatı form ve malzemeleri, duvar kaplamaları, pencere kepenkleri, dış cephede kullanılacak malzeme çeşitleri, cephelerin boyanacağı renkler, vs. Bazı Avrupa ülkelerinde KTR’i yaygındır. Mimar burada tanımlanan sınırlara uyarak kendi özgün tasarımını gerçekleştirir: kurallara uyar, ama sonuçta yine de kendi melodisini çalar. Tarih boyunca değişik müzik dehaları çoğu kez aynı enstrümanları kullanmışlar, ama her biri çok farklı senfoniler yazmışlardır.
2.2. Ekonomik Bağlam
Tasarım yapılacak olan yörenin ekonomik özellikleri o yerin ekonomik bağlamını oluşturur. Bu ekonomik yapı, tasarımı yapılacak olan binanın özelliklerini tanımlamada belirleyici olabilir. Karadeniz’de kadınlar çok aktiftir: ev işleri kadar dağda-bayırda, çay plantasyonlarında çalışır, hatta sırtlarına yükleyip evlerine odun çekerler. Karadeniz’in zorlu coğrafyası yörenin erkeğini de savaşçı ruhlu yapmıştır. Ancak, zayıf yerel ekonomi, halkının Ruslardan öğrendiği ekmek ve pasta yapma işinin Türkiye sathına yayılmasına neden olmuştur. Güneydoğuda Arap kültürünün ve ekonomisinin etkisi yaygın olarak görülür. Burada aşiret sisteminin getirdiği pederşahi ve kalabalık aile düzeni hakimdir ve kadınları Karadeniz’dekilerden çok daha yavaştır. Erkekleri de öğledir; güvercin beslemeyi severler.
Bazı tarihi yörelerimizden genç nüfus çekilince, daha doğrusu ekonomik nedenlerle bunlar büyük kentlere göç edince, geriye yaşlı nüfus kalmıştır. Muğla’nın ve Birgi’nin koruma altındaki kentsel sit alanlarında benzer bir tablo görülür. Tarihi ve tescilli yapıların korunamamasının en temel nedeni budur: kendine dahi bakamayan yaşlılar, tarihi evlerine hiç bakamazlar. Siz mimarlık ve şehircilik adına ne yaparsanız yapın, bu evleri koruyamazsınız. Çünkü, binalardan önce insanları ve yerel ekonomiyi çözümlemek gerekir. 3
Antakya şehrinin nüfusun kozmopolit yapısı, günümüzde azalmış olsa dahi, örneğin bir Aydın’da ve Balıkesir’de görülmez. Uzun zaman boyunca Muğla merkez gibi ulaşım zorluklarından dolayı “dışa kapalı ekonomi” olarak kalmış olan yerlerde insan ilişkileri daha yakın ve sevecendir. Herkes adeta birbirleriyle akraba olmuştur. Böyle yerlerde yabancılar yoktur. Muğla merkezinin tarıma dayalı zayıf yerel ekonomisi iç göçlerle yabancıların bu şehre gelmesini önlemiştir.
Sonuçta ekonomik yapı sosyal yapının da belirleyicisi olabilmektedir. Muğla’nın aksine, çok iç göç almış olan İstanbul, İzmir ve Antalya gibi bazı büyük kentlerimizin birtakım mahalleleri özgün yapısını tamamen kaybetmiştir: İzmir’in Kadifekale’si ve Mezarlıkbaşı bölgeleri böyledir. Bir dönem ikincisinde şehrin en varlıklı kesimi yaşamışken, şimdi burada şehrin “en fakirleri” barınmaktadır. Buralarda Türkçeden başka diller konuşulur, hatta örf ve adetler dahi değişiktir. Benzer yöreler geçimlerini ortak yollardan elde ederler: örneğin, Kadifekale tümüyle İzmir’in “midye dolması” sektörünü elinde tutmaktadır. Mezarlıkbaşı civarındakiler terk edilmiş tarihi evlere yerleşerek, halen yıkılan evlerin boş arsalarında otoparkçılık yapmaktadır.
2.3. Sosyal ve Kültürel Bağlam
İnsanların dilleri, dini inançları, eğitim seviyeleri, giyinme ve yemek pişirme adetleri ile dinleri uğruna uyguladıkları diğer adetler (bayram kutlamaları, düğünleri, sünnet törenleri vs) toplumlarının sosyolojik özelliklerini oluşturur. Aleviler de Müslümandır; ama camiye gitmez, günde beş vakit namaz kılmazlar. Onlar ibadetlerini “cem evleri”nde yaparlar. Hatta, oruç tutma şekilleri de Anadolu Sünnilerinden farklıdır. Alevi-Bektaşilerde kadının toplumdaki rolü de değişiktir. Kadın erkek dua etmeye birlikte giderler. Oysa, Sünnilerde camideki ve evindeki kadın geçmişte hep mahfilde ve kafesler arkasında kalmıştır. Alevilerin oturduğu mahalleye bir cami inşa etmek bir yarar olarak görülemez; aksine, çok farklı ve olumsuz algılamalara neden olur. Böylesine farklılıklar gözden kaçamaz.
Bir yöredeki nüfusun eğitim düzeyi, gelirleri, kültürel etkinliklerde aldıkları roller veya onlara katılım biçimleri de sosyal bağlamı belirleyici rol oynar. Gelirleri düşük olan yerlerdeki insanların tavırlarında bariz farklılıklar oluşur. Çünkü, beslenmek insanoğlu için birinci derecede önemlidir. Aç kalmamak için insanlar her riski göze alabilirler. İnsanın en tehlikelisi aç olanıdır.
Dini inançların pratiğe konma biçimi de etkili olabilir. Batı Anadolu’nun bazı yerlerinde içki içenleri diğerleri görmezden gelirken, örneğin, Urfa’da bira satan dükkân dahi göremezsiniz. Geçmişte Muğla’nın Karabağlar yaylasına akşam vakti işinden dönen erkekler, kahve adı verilen alt-merkezlerde namaz kıldıktan sonra, bir tek atıp evlerine dönmüşlerdir.
İslam’da mahremiyet kavramı tarih boyunca geçerli olmuştur-halen de geçerlidir. Birbirinin içine bakan evler eskiden yapılmamıştır. Ancak bugün yaşadığımız sefertası misali apartmanlarda olması gereken birtakım mahremiyetimiz dahi maalesef kalmamıştır. Komşuluk ilişkilerimiz kırsala kıyasla şehirlerimizde bitmiştir.
3. Bağlama Uyumlu veya Aykırı Tavırlar
Mimarın bağlama tamamen uyumu ne kadar yanlış işe, ona bütünüyle zıt bir tasarım tavrı takınmak da bir o kadar yanlış olabilir. Arada, yakalaması kolay olmayan, bir denge tutturmak bilgi ve yetenek işidir.
3.1. Uyum
Uyum iyidir, doğrudur ve güzeldir. Uyum içindeyken bir farklılık yakalayabilmek bir tasarımcı için belki de en güzel olanıdır. Aykırılık yapanlar toplum tarafından aforoz edilip cezalandırılabilir veya bu insanların eserleri başarısız bulunabilir.
Uyum sağlamayı hedefleyen örneklerden biri merhum Turgut Cansever’in Bodrum’da tasarladığı Demir Tatil Köyü’dür. 1987’de yapılmış olan bu tesisin yapıları ağaçlar arasında taş ve ahşap malzemeyle doğada erir, kaybolur. Benzer ve başarılı tasarımlar mimar Tuncay Çavdar’ın Side’deki Robinson Tatil Köyü’nde görülür. Çam ağaçları içindeki yapılar bağlamına baskın çıkmamış, ona entegre olmuştur. Uyum bir mimarın tasarım yapacağı çevrenin verilerine olur vermekle, yani onları kabul etmekle, onlara saygı göstermekle, oluşur. Herkesin çatılarında alaturka kiremit kullandığı bir yerde siz parlak bir metal çatı yaparsanız, yapınız bütüne uymadığı, yani fiziki bağlamını reddettiği, için kötü gözükebilir. Hatta bu davranışınız yöre halkı tarafından da hoş karşılanmayabilir. (Ancak, böylesine bir muhalefet ülkemizde pek görülmeyen bir durumdur: yerel halk bağlama aykırı davrananlara ses çıkartmaz. Belki oy kaygılarıyla, belediyeler de ses çıkartmaz.) Bağlama aykırı davranışlarla kentlerde “görsel anarşi” oluşmaktadır. Çünkü, ülkemizde herkes kendi parselinde bildiğini okur. Oysa, aykırılıklara göz yummak o eylemi işlemek kadar suçtur. Bağlama aykırı davranan mimarlara muhalefet edip etmemek eğitim ve kültür seviyemizle ilgili bir husustur.
Aykırılık göze batabilir. Herkesin konutunu pastel renklere boyadığı bir yörede binalarını kırmızı veya mor renge boyamak aykırı davranmaktır. Bu kendini öne çıkarmak ve dikkat çekmek isteyen cahilce ve toplumu hiçe sayan, bir tavırdır. Benzer yapılara kırsal bölgelerimizde sık rastlanır. İsviçre’de çalışıp, emekli olduktan sonra köyüne dönen bazıları kendilerine bir “şale” yaptırırlar. Oysa, şaleler çok farklı bir bağlamın ürünüdür: bunlar en az altı ay kar altında kalan yerlerin yapılarıdır. Benzer tavırlara Portekiz’in kırsal bölgelerinde dahi rastlanır; onların değişik ülkelerde çalışmış olan vatandaşları da yabancı mimarileri ithal etmiştir. Alaşehir’de oturan ve Almanya’dan emekli olan bir Türk’ün mimari hayali yurtdışında şekillenmiş olabilir. Ama bu hayal o köyün bağlamına uymaz. İstanbul Boğazı’nda XIX. yüzyılda yapılmış, yabancı ülkelerden getirilmişçesine ülkemize yabancı düşen yalı mimarileri vardır. Çeşme’de yapılan ve Türkiye’nin ilk yazlıkları olarak bilinen “Şantiye Evleri” içindeki dik çatılı bir konut bağlamından tamamen kopuktur. Mimarisi çevresine, mimarı topluma saygısızlık etmiştir,(Şekil: ). Mimarlık birtakım mülk sahiplerinin kişisel arzu ve isteklerini parsellerinde diledikleri gibi tatmin edebilecekleri bir sanat ve bilim alanı değildir. Bunu arzu edenler resim, heykel veya seramik sanatlarıyla uğraşabilirler. Çünkü bu sanatların bağlamı şehirlerimiz değildir.
Değişik tasarımcılar, eğitimleri sırasında aldıkları ve o dönemde değerini kavrayamadıkları, temel tasarım derslerinde “uyum” un ne olduğun öğrenirler: biçim, form veya şekil uyumu, renk uyumu, doku (tekstür) uyumu, kütlesel (hacimsel) uyum gibi. Eğer bir bütünü oluşturan parçalar arasında uyum yoksa, orada estetik bir düzenden söz edilemez. Örneğin, bir üniversite yerleşkesindeki değişik işleve sahip yapılar arasında estetik bütünlük olmalıdır: hepsi aynı mimarın eliyle tasarlanmışçasına. Aksi halde yapılar farklı dilleri konuşur, hiç biri diğerleriyle anlaşamaz. Ortak mimari dil, tasarım unsurlarında (yani design’da), kullanılan malzemelerde, renklerde, dokuda ve benzerlerinde aranır. Her yapının ayrı bir dilden konuşmasının varacağı nokta kesinlikle görsel anarşidir.
3.2. Aykırılıklar
Bağlama “mutlak uyum” diye bir şey söz konusu değildir. Yani, taş yapıların olduğu bir yerde mutlaka sizin binanız da tamamen taştan olacaktır diye bir kural yoktur. Ancak, bu kural herkes için veya her tip yapı için, geçerli olamaz. Aykırı veya isyankâr ruhlu mimarlar tasarımlarında özgünlük yakalamak adına, bağlama meydan okumak isteyebilirler. Ancak, özgünlük anarşi yaratarak sağlanamaz. Bilinçli aykırılıklar veya bağlama karşı duruşlar, sanılanın aksine, bazen gayet iyi sonuçlar yaratabilir. Her tasarımcının yine temel tasarım derslerinde gördüğü ve “zıtlık” (tezat veya kontrast) adını alan bu unsur, ölçülü ve becerikli bir şekilde kullanıldığı zaman iyi sonuçlar sağlar.
Ölçülü zıtlık her türlü sanatsal ürüne tat katar – tıpkı yemeklerimize tat veren baharatlar gibi. Bırakınız tadı, işi bilen aşçılar, konu yemeğin sunumuna geldiğinde, bunu da önemserler. Çünkü insanoğlunun duyuları birlikte çalışır: iyi bir müzik yediğiniz yemeğin tadını arttırır. İşi bilen aşçılar sıcak renklerin hakim olduğu yemek tabağına değişik yeşil tonları katarlar. Tersine, soğuk renklerin hakim olduğu tabağa ise havuç, limon ve domatesin sıcak renklerini dokunuşlarla eklerler. Böylelikle sıcak ve soğuk renkler dengelenir. Bu tavır mimari dahil, her sanat dalı için geçerlidir. Fransız empresyonist ressam Claude Monet “Gelincikler Tarlası” (“Champs de Coquelicots”- 1873) adlı eserinde, yeşil renklerin hakim olduğu tablosundaki tarlaları kırmızı renkli gelinciklerin dokunuşlarıyla coşturmuştur. (Yazarın benzer temalı 7 kadar tablosu vardır ve hemen hepsinde aynı davranmıştır.) Bu zıtlık ilkesi seramik, heykel, moda tasarımı ve endüstriyel tasarım gibi sanat dalları için de geçerlidir. Lacivert renkli bir bayan elbisesine sarı, turuncu veya kırmızı bir şal, kemer veya aksesuvarlar uygun düşer. Kavram doğallıkla yapaylık, sessizle gürültülü, uzunla kısa, yatayla dikey, sıcakla soğuk, yumuşakla sert dokular ve benzerleri arasında kullanılabilir. Bilgi dışında, bu biraz da sezgi işidir ve güzeli yakalamak kısmen kişinin kalıtsal yeteneklerine bağlıdır.
Mies Van der Rohe’nin Farnsworth Evi’nden ilham alan Amerikalı mimar Philip Johnson’un 1949’da “Glass House” veya Johnson Evi’ni yaptı. Her cephesi neredeyse tamamen cam ve taşıyıcıları çelik olan bu şeffaf yapı “bağlamına baş kaldıran” bir görünüm sergiler. Doğal ortamda tek başına duran yapının arka cephesi bir çayıra, ön cephesi ise bir vadiye ve gölete bakar. Johnson “bu evin her duvarı pahalı manzara resimleriyle kaplı” demiştir, (Şekil: ). Ünlü mimar bir müddet burada yaşamış, sonradan yakındaki başka bir binaya taşınarak, cam evi sadece rekreatif amaçlı kullanmıştır. 10x 17 metre boyutlarında ve 3.2m yüksekliğinde bir yapıdır. Aynı yerde bir ev yapmamız bizden istenseydi, belki bağlama uyum sağlamak adına, taş ve ahşabın hakim olduğu bir tasarım geliştirirdik. Acaba Johnson’un aykırı tavrı ne kadar yerinde olmuştur? Tavrı Mies’e bir öykünme değil midir? Johnson’un bu yapıyı bir ev olarak kullanamadığı belli, çünkü içinde uzun süreli yaşamamış, taşınmıştır. Dünyaca ünlenen bu yapı halen bir müze olarak kullanılmaktadır.
Yine dünyaca ünlü ve bir Çin orijinli Amerikalı olan mimar Leoh Ming Pei (kısaca Pei olarak bilinir) Paris’teki Lourve Müzesi’nin avlusunda (esasen altında) yapılacak olan yeni yapılaşmaların/renovasyonların tasarımı için Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand tarafından 1980 öncesinde davet edildi. Başta herkes onun yaptığı tasarıma karşı çıktı. Çünkü “U” şeklindeki tarihi müzenin tanımladığı orta avluda yapılacak fütüristik ve “cam ile metalden oluşan” piramit dış cephede ana unsur olacak ve diğer yapılarla zıtlık yaratacaktı, (Şekil: ). Zıtlık hem form hem de kullanılan teknoloji ve malzemeler açısından oluşuyordu. (Hatırlatalım, bu piramit dışında, hemen onun altındaki merdiven ve özürlü asansörü bir sanat ve teknoloji harikasıdır.) Pei’nin tasarımı bugün başarıyla uygulanmıştır ve çok beğeni toplamaktadır. Türkiye’de olsaydı, ana yapıyla çok zıtlık yaratacak diye, benzer bir öneriye ilgili Koruma Kurulları büyük olasılıkla izin vermezdi. Cam piramite başta insanların %50’den fazlası itiraz ederken, uygulama sonrasında hiç karşıt görüş kalmadı. Bu yeni yapının bağlamıyla uyumu hemen hiç yoktur. Ama yeri, boyutu, oranları, işlevi vs açılarından piramit yanlış bir karar değildir. 20 metre yüksekliğe sahip olmasına rağmen, piramit onu kuşatan tarihi yapıya kıyasla “ölçülü” boyutlardadır ve ona baskın durmamakta ve onu ezmemektedir. Çam piramit aslında aysbergin görünen ucudur: esas önemli ve büyük yapılaşmalar yerin altındadır ve dışarıdan gözükmemektedir.
Dengeli zıtlıklar mekâna tat katar. Bu iç mimarlık için de geçerli bir kavramdır. Antikalarla doldurulmuş olan bir mekândaki hiçbir eşya tek başına dikkat çekmez, değere binmez. Oysa yalın çizgilere sahip bir mekândaki bir veya iki antika eşya tüm dikkatleri üzerinde toplar. İkincisinde zıtlık prensibi geçerlidir. Onun içindir ki, üç-dört katlı yapılarla kuşatılmış olan her İtalya şehir meydanında yüksek bir kule bulunur. O yoksa, meydana bakan bir kilise ve onun kuleleri vardır. Zıtlık kavramı bu defa yükseklik, yani yataya karşı dikeylik, itibariyle kullanılmış olmaktadır.
Mimarlık dahil, tarihi mirası koruma dünyasında çalışanların bir kısmı bu zıtlıkları kullanarak tarihi yapıları daha da vurgulamak veya ortaya çıkarmak gayreti içindedir. Atina’nın merkezindeki (eski saray karşısındaki) bazı tarihi yapıların hemen bitişiğindeki yeni yapıların bronz renkli giydirme cepheleri vardır.Yeni yapı, tarihi yapıya uyum sağlamak endişesini taşımamıştır; aksine, uyumsuzluk yaratarak dikkati tarihi yapıya yöneltmektedir. Mutlak uyum söz konusu olsaydı, yeni yapının bitişiğindekilere benzetilmesi istenirdi.
Benzer ve ilginç bir örnek İzmir’in Göztepe semtinde yapılmıştır. Eskiden yeni bir apartmanın yerinde olan tarihi yapının cephesi tekrar orijinali gibi inşa edilmiş, ancak eski yapının üç tarafı cam giydirilmiştir, (Şekil: ). Bu tür uygulamaların tek doğru çözümü yoktur. Olsaydı, benzer durumda Mithatpaşa Caddesi üzerinde çok sayıda değişik uygulama ortaya çıkmazdı. Her vakayı kendi bağlamında değerlendirmek, belki de izlenebilecek en doğru yoldur.
4. Sonuç Yerine Birkaç Söz
Bağlam denen o anlaşılmaz kavramın ne demek olduğu umarım bu kısa yazıyla bir miktar netlik kazanmış, bazılarımızın kafalarındaki soru işaretleri aydınlığa kavuşmuştur. Çevre tasarımcıları için bağlam öncelikle “mevcut fiziki çevre” demektir. Bunun çok iyi analiz edilmesi tasarımcıya en uygun mimari çözümlerin neler olabileceğini kendiliğinden sunacak ve mimarın işini kolaylaştıracaktır. Mevcut doğal veya yapılaşmış çevrenin içinde sırlar saklıdır. Bunları açığa çıkarmak tasarımcıya sadece yarar sağlar. Aynı doğrultuda adına İngilizcede “site analysis” denen çevre analizinin etraflıca yapılması önem taşır. Bu konuda, özellikle çevre tasarımı öğrencileri başta olmak üzere, bazılarımızın ciddi zaafları vardır. İyi yapılan bir analiz doğru yanıtları dikte eder ve tasarımcının yolunu açar. Belki başarılı olanlar bu işi sezgisel olarak kısa yoldan yapmaktadır. Ama çok büyük çoğunluğumuzun bağlam üzerinde uğraşması gereklidir. Bu analiz, işi yüklenen mimar dışındaki insanlar tarafından ve onun adına yapılamaz.
Tasarımı hazırlanacak olan yapının veya nesnenin içinde yer aldığı bağlam sadece fiziki olmayıp, ekonomik, sosyal ve kültürel çevreyi de içerir. Bu dört unsur iç içe geçmiştir ve birbirlerini etkiler. Dolayısıyla tasarımcı araştırmasını fiziki çevrenin dışındaki alanlarda da yapmak durumundadır.
Bağlama tamamen uyum veya ona tamamen zıt davranmak tasarımcıyı yanlış yola sevk edebilir. Mutlak uyum bazen yanlış sonuçlar yaratabilir. Tarihi bir çevrede eski yapıların aynısını tekrarlamak zaten değişen malzemeler, işçilikler ve ustalar nedeniyle mümkün olmayabilir. Böyle davranmayı, tasarımına özgünlük getiremeyeceği endişesiyle, mimar da zaten istemez. Mutlak zıtlıklar, yani mevcuda tamamen aykırı davranışlar, ise görsel anarşi ile sonuçlanabilir. Önemli olan bu ikisi arasında bir “denge” yakalayabilmektir. Bu söylemesi son derece kolay, ancak yapması fevkalade zor bir iştir. Çünkü, dengeyi yakalayabilmek, tasarımcının bilgi ve deneyimleri dışında, sezgilerine ve kalıtsal yeteneklerine bağlıdır.
[1] http://gelecegiyazanlar.turkcell.com.tr/soru/...
[2] Graema Brooker, Sally Stone, İç Mimarlıkta Bağlam + Çevre, Literatür Yayınevi, İstanbul, 2012; Başarılı bulduğum ve okunmasını tavsiye edeceğim bir yayın şudur: Gültekin Çizgen, Rethinking thr Role of Context and Contextualism in Architecture and Design, Masters thesis, 2012, EMU, Cyprus (bakınız: i-rep.emu.edu.tr:8080/ jspui/bitstream/11129/384/1/cizgen.pdf)
[3] Yazarın başkanlığındaki bir ekiple, tarihi kentsel sit alanının “koruma amaçlı imar planını” hazırlarken, bu görüşten hareketle, her parsele 30m2 ek yapı izni verilmişti. Amaç, iki yatak odasıyla bir banyo yaratarak tarihi evlerin bahçelerinde üniversiteli gençlere kiraya verilebilecek yapılar oluşturmaktı. Böylece yaşlılara bir gelir kapısı açılmış olacaktı. Muğla Üniversitesi çok hızlı büyümüştür ve büyümeye devam etmektedir.
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız. GİRİŞ YAP / KAYIT OL