TARİH:
25 Mayıs 2023
Çok üzgünüm. Çünkü o muhteşem insan, 5 Ocak 2018 günü, 97 yaşında öldü. Bazı çok değerli insanlar ve mimarlar yavaş yavaş aramızdan ayrılıyorlar. Son birkaç yılda ünlü birçok isim aramızdan ayrıldı. Behruz Çinici (1932-2011) ile Turgut Cansever (1921-2009) ahirete son göçen mimarlarımızdan ikisi. Bu tür değerli mimarlarımıza olan borçlarımızı onlar yaşarken ödememiz gerekiyor – ölümlerinin ardından değil. Üzgünüm, çünkü Aydın Boysan’ı son olarak, yaklaşık on yıl önce, çalıştığım iki üniversiteye konuşmacı olarak davet etmiştim: ilk olarak Dokuz Eylül Üniversitesi’ne, sonra da Yaşar Üniversitesi’ne. Böylece onu yakından tanıma fırsatım oldu. Öğrenciler ona hayran kaldılar. Bana bazı kitaplarını armağan etmişti. Bunlar dâhil altı veya yedi kitabını okumuş olmalıyım. (Kendi açıklamasına göre toplam 36 kitabı var – başka bir yerde 41 veya 43 denilmekte) Geçmişte konuk olduğu bazı televizyon programlarını da izlemiştim. Aydın Boysan son derece esprili, bilgili ve deneyimli bir insandı. Mimar olmasının çok ötesinde, birtakım meziyetlerle donanmış bir şahsiyetti. Yaşam sevinci ve nükte doluydu. Kendi ifadesine göre, dünyayı birkaç defa dolaşmıştı…
Üzgünüm, çünkü kanaatimce bu sıra dışı insan öldüğünde kendisine lâyık olan tören ve uğurlama yapıl(a)madı – adeta sessizce aramızdan ayrıldı. Mimarlar Odası’nın Karaköy’deki binasında gerçekleşen törenin ardından Teşvikiye Camii’nde namazı kılındı ve Ortaköy Kabristanı’nda toprağa verildi. Başbakanımız ve CHP lideri onu çiçek göndererek andılar. Törende Rutkay Aziz ve Bedri Baykam gibi bazı sanatçılar, Rahmi Koç gibi işadamları ile Sezgin Tanrıkulu gibi birkaç politikacı da vardı. Ama benim beklediğim kalabalık oluşmadı. Oysa onun ölümü bile iz bırakmalıydı. Ne mimarlık fakültemde, ne Mimarlar Odalarında, ne de basında adı yeteri kadar anıldı. Bence ölümünden sonra bile ona ayıp ettik. Kanaatimce, o görkemli bir cenaze törenini fazlasıyla hak etmişti. Neden hak ettiğini aşağıda ayrıntılarıyla açıklayacağım ve sanırım bana hak vereceksiniz.
Aydın Boysan’ı birçok açıdan ele alıp onu anabilir ve hakkında yazabilirsiniz. Yazarlığı, kullandığı Türkçe ve yazılarının içeriği birinci inceleme yönü olabilir. Çevresi ve arkadaş ilişkileri ikincisini oluşturabilir. İstersek sadece mimarlık çalışmalarını ve mesleki uygulama ve deneyimlerini ele alabiliriz. Dördüncü olarak, aile yaşamını konu edinebiliriz. Dünya seyahatlerini ve gezip gördüğü yerler hakkında yazabiliriz. Onun çiçek ve doğa sevgisini işleyebiliriz. Hatta “rakı” sofraları üzerine yazıp söylediklerini dile getirebiliriz. Bunların çoğundan birer kitap çıkar. Ben sonuncusuyla – rakı muhabbetleriyle - başlamak istiyorum. Çünkü kanımca, bilerek veya bilmeyerek, yaptığı bu tür muhabbetler onun toplumsal imajını bir miktar zedelemiştir. Ancak, yine rakıyla başlayan bu yazının ilk bölümüne rağmen, aşağıda Aydın Boysan’ın özellikle mimarlık yönünü ele almak dileğindeyim. Doğaldır, kaçınılmaz olarak diğerlerinden de kısaca söz edeceğim.
Mimar ve Rakı
Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Bir kişiyi beğenmiyorsanız onunla görüşmez, kitaplarını okumaz ve TV programlarını izlemezsiniz. Ancak, yaşama iki elle tutunan, sürekli okuyan, düşünen, eleştiren ve yazan bir insan neden toplum tarafından sevilmesin ki? Ben Aydın Boysan’ın oldukça zayıf şekilde ebediyete uğurlanmasını kısmen çok sık gündeme getirdiği “rakı muhabbetlerine” bağlıyorum. Belki de bu rakı içme olayını yıllar boyunca gereksiz şekilde dillendirmiş ve abartmıştı. Son okuduğum kitabının (Ayıp Olmadan, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014) ilk otuz sayfası da yine rakı sofraları üzerineydi. Adam sanki Tekel ortağı. Rakı çeşitlerini, mezeleri, nasıl içildiğini veya içilmesi gerektiğini, ayrıntılarıyla anlatıyordu. (Bunları yazdığı kitap yazdıklarının 35.cisi olmalıydı. Çünkü bir yerinde “36. kitabım yolda – yakında basılacak” diyordu.) Hatta Boysan, 1979 yılında, iki kulpundan boyna asılan bir cam kadeh dahi tasarlamıştı.[1]
Bu tür anlatımları kendisine, haksız yere, medyada ve politikacılar arasında, “alkolik mimar” sıfatının verilmesine neden olmuştur. Oysa bunu yapmasına hiç de gerek yoktu. Boysan rakıyı “sıra dışılığının bir yansıması” olarak kullandı. Rakı hep bir bahaneydi. Belki yanlış yaptı. Hemen bununla başlayalım.
Aydın Boysan’ın rakı üzerine yazıp çizdikleri komiktir, eğiticidir ve abartılıdır. Yanlış anlaşılmıştır. Fakat o, bu işi büyük olasılıkla bilerek yapmıştır. Hatta bir yazısında (veya konuşmasında) “rakı içmeyen adamdan mimar mı olur?” diye belirtmişti. Onun rakısı kesinlikle muhabbet, daha doğrusu “masa etrafında yaşanan kültürel diyalog” için bir araçtı – hedef değil. Belki gençliğinde çokça içmiştir. Ama yaşamının son yirmi yılında – belki daha uzunca süredir – bir oturuşta tek kadehten fazla içmiş olduğunu sanmıyorum. Onu, 2007 yılında, yani 86 yaşındayken, Kordon’daki (İzmir) ünlü Körfez Restoran’da ağırladığımda, önündeki bir bardak rakıyı beş saatte bitir(e)memiş, hatta bitirmeden masadan kalkmıştı. Tutucu kesimler rakıya “yasak” veya bir tabu olarak baktıklarından, Aydın Boysan’ı yanlış yere sınıfladıklarına ve onun bu muhabbetlerine “itici” olarak baktıkları kuşkusuzdur.
Rakı onun için gerçekten bahanedir. Aydın Boysan için içki masası içerek sarhoş olunan yer değil, insanın sevdikleriyle bir araya geldiği, şiir okunan, edebiyatın ve sanatın tartışıldığı, müzik dinlenen ve şarkı söylenen, bilginin paylaşıldığı, kısacası birkaç saat boyunca mutlu olunan bir arkadaş ve meslektaş ortamıdır. Rakı ve yemek kesinlikle arka plandadır. Ama yine de masada lezzetli mezelerin olması arzulanır. Rakı ortak paydaları olan insanları bir masa etrafında toplamanın aracıdır. Boysan’ın kitaplarını okuduğunuzda söz konusu “bahane”nin gerçek olduğunu görürsünüz: rakı onun için yaşamdan keyif alınan saatleri temsil eder. Kitaplarındaki bazı fotoğraflarında masasının etrafında yazar, sanatkâr, mimar vb. dostlarını görürsünüz. Mesleklerini iyi bilen ve yetenekleri olan kaliteli insanları… İçki konusundaki görüşünü şöyle özetlemiştir Boysan : “Mantığın zayıfladığı her yerde duygular biraz tehlikeye girer. Onun kaynağı ruhtur çünkü. Ruh, ne olursa olsun, içkiden sonra gölgelenir. Esas olan içkisiz yaşamaktır. Çevre ilişkilerinde, dostluk ilişkilerinde esas olan ayık kafadır.”[2]
Üçü veya dördü geçmez. Ama her biri dolu yaşanmıştır. Kendisine duyduğum sempati ve yakınlık bu dönemden kaynaklanır. Ancak, yıllar içinde Aydın beyi “dışarıdan” ilgiyle izledim – televizyonlardan ve internetten. İki kez birlikte oluşumuz benim girişimlerim sonucunda gerçekleşti. Biri ise Mimarlar Odası’nın sayesinde oldu. Sizlere sadece ilk ikisini aktarayım.
Mimar Prof. Dr. Orcan Gündüz’ün fikriydi – her akademik yılda, bir hafta boyunca, D.E.Ü. Mimarlık Fakültesi öğrencilerine bir meslek şöleni – etkinliklerle dolu bir hafta - yaşatalım istedik. Bunu birkaç yıl boyunca başarıyla gerçekleştirdik. O tarihlerde 1990’ların ikinci yarısındaydık. (??) Anladığım kadarıyla, 2018 yılında bu gelenek (belki değişikliklere uğramış olarak) halen devam etmektedir ki, bu gayet sevindiricidir. (Ülkemizdeki her yeni yönetici eskilerinin başlattığı güzel şeyleri yeniden keşfetme sevdasına düşmese ne güzel olurdu.) İlk yıl bir konser vermesi için Erol Evgin’i [3] de davet etmiştik. Onu özellikle mimar kökenli olduğu için istemiştik – öğrenciye söyleyecek birkaç ilginç sözü olabilirdi. Elimizdeki maddi olanakların çok kısıtlı olmasından ötürü ona hak ettiğini ödeyemedik. Oğlu ve ekibiyle birlikte gelmiş ve muhteşem bir konser vermişti.
Sergiler, söyleşiler, konferanslar, geziler vs. fevkalâdeydi. Bu etkinliklerden birine Aydın Boysan’ı davet ettik. Konuşması tek kelimeyle olağanüstüydü. Bir öğrenci yanıma yaklaşıp : “Böyle bir insanı nereden buldunuz hocam?” diye sormuştu. Konuşması, mimarlık mesleğini öğrencilere sevdirmek adına, son derece başarılı oldu. Rahattı, kasmıyor kasılmıyordu. Doğaldı, işini seviyordu. Çünkü bu sevgi meselesi çok önemli. Eğitimcilerin birinci görevi kuşkusuz gençlere mimarlığı sevdirmek olmalıdır. Boysan başarılıydı, çünkü “kemale ermiş” bir mimardı – işin adeta piri, yaşadığı deneyimlerle adeta mimarlık mesleğinin Mevlânâ’sı olmuştu. [4]
Deneyim ve kültür birikimiyle boşa sıkılacak tek kelimesi/kurşunu yoktu – her kelimesi hedefi vuruyordu. Bizlere değişik renk ve kokulardaki çiçekleri olan bir buket sunduğunu iyi hatırlıyorum. Konuları arasında biraz Çin, Rusya ve Amerika; biraz tasarım ve mekân ve biraz da “piyasada at koşturan fettanların mimarlara oynadıkları oyunlar” vardı. Hakkı ödenemez – zaten ödenemedi de.
2007 yılının yaz aylarında Yaşar Üniversitesi’nde kısa bir dönem rektör vekilliği yaptım. O akademik yılın Ekim ayında yapılan açılış törenini organize etmek bana düştü. İki şey tasarladım: bir ay önce ölen Pavarotti’yi görsellik katarak bir dinletiyle anmak; ikincisi, dinleyicide iz bırakacak bir açılış konuşması/dersi yapabilecek birini bulmak. İlkinde akan slaytlar eşliğinde Pavarotti’nin birkaç muhteşem aryasını dinledik. İkincisi için Aydın Boysan’ı davet ettim. Aydın beyin kalemi kadar hitabet yeteneği de güçlü. Bu şüphesiz. Belli ki konuşması için çok büyük bir ön hazırlık yapmamıştı – irticalen konuşmuştu. Ama sunduğu yine hoş kokulu ve güzel görüntülü bir çiçek buketiydi. Herkesi kendisine hayran bıraktı – dinleyiciler arasında bulunan üniversitenin kurucusu ve mütevelli heyeti başkanı Selçuk Yaşar bey dâhil.
Bu konuşmasında söylediği bir sözü asla unutmadım. Öğrenip, herkes her zaman hatırlamalıdır; içinde büyük bir yaşam dersi gizlidir. Boysan şöyle demişti: “Hiçbir şey için, hiçbir zaman, geç değildir.” Bu bir atasözü değildi - Aydın Boysan’ın özdeyişiydi. Yaşanmışlıktan kaynaklanan bir dersti. Çünkü kitap yazmaya 64, yabancı dil öğrenmeye 35 yaşında başlamıştı. Sözü, “seksen yaşında da olsanız, gerçekten istiyorsanız, iyi bilgisayar kullanmasını öğrenebilirsiniz” demeğe getiriyordu adeta. Yani, “bazı şeyleri yapabilmenizin yaş sınırı yoktur – yeter ki isteyin” demek istiyordu.
O günün gecesinde küçük bir davetli grubuyla kendisini Kordon’da ağırladım - yukarıda sözünü ettiğim, onun şu ünlü ve bitiremediği “rakı kadehi” karşısında.
Babam 1926 doğumluydu. Yani, babam Aydın Boysan’dan beş yaş daha küçüktü. Boysan 2018 yılını görebildi. Oysa babamı seksenli yıllarda kaybettik. Boysan öldüğünde 97 yaşındaydı, babam ise 60. Böylesi bir ömür herkese nasip olmaz. Ona olmuştur. Çok da iyi olmuştur. Çünkü Aydın Bey böylelikle çok sayıda kitabını ve yapısını ülkemize miras bırakabilmiştir.
Aydın Boysan kendisiyle barışık bir insandı; kötülük nedir bilmez, hatta aklından bile geçiremezdi. Kitaplarının birinde anlatıyordu. Yıllar önce kendisine akciğer kanseri teşhisi konuyor. Ardından ameliyat oluyor ve iyileşiyor. İleri yıllarda bu olay tekrar ediyor ve o yine kurtuluyor. Aldığı bu iki ciddi sağlık darbesine rağmen, 97 yaşını görmesi adeta mucizedir. Aydın bey kanseri yenmenin en etkin yolunun “yaşama sevinci” olduğunu bizlere kendi yaşamıyla ispat etmiştir. “Eski toprak” insanlarımızdaki yaşam tutkusu kısmen onların çocukluk ve gençlik dönemlerinde yaşadıkları yokluk ve sıkıntılardan kaynaklanmaktadır – yani, dünya savaşları yıllarından. Bu gerçek onun yokluk dönemlerinin anlatımlarından hemen anlaşılır. Benzer anlatımları son yüz yıllık Türkiye tarihinin bir kesitidir adeta.
1921 doğumlu Aydın Boysan Birinci Dünya savaşını takip eden dönemde çok küçüktü, ama olumsuz sonuçlarını ailesiyle birlikte yaşamıştı. İkinci Dünya Savaşı dönemini ise çok daha derinden yaşamıştı. Çünkü insanlar karneyle günde ancak 150 gram ekmek alıp yiyebilmiştir. Boysan savaş döneminde İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nde (1940-1945 ) mimarlık okumuştur. Eğitimi 1945 yılında, yani savaşla aynı anda bitmiştir. Hatta yokluklar ve ailece çektikleri sıkıntılar yaşamını o kadar etkilemiştir ki, bazen benzer şeyleri aynı veya değişik kitaplarında, birkaç defa tekrarladığı görülür. Olsun. Bu, tarihçi ve yazar Cemal Kutay’ın (1909-2006) bazı kitaplarında olduğu gibi, okuyucuyu rahatsız etmez – sadece yazarın mesajını pekiştirir. Böylece, Boysan’ın bir kitabını okumayan kişi, onun mesajını diğerinde bulabilir. Dünyada savaş görmüş insanlar, her ne hikmetse, çok uzun yaşamışlardır. Son Çanakkale Savaşı gazilerimizin büyük bir kısmı öldüklerinde doksanlı yaşlarını geçmişlerdi. İlginçtir, aynı gerçek başka ülkelerde – örneğin Japonya’da (özellikle Okinawa’da) görülmüştür. İğrenç deneyimlerle dolu savaş yılları insanlara yaşamın kıymetini öğretmiştir.
Bu yazımda A. Boysan’ın mimarlık hakkında söylediklerine, tasarladığı veya inşaatını yaptığı yapılara ve mimarlık dünyası hakkında dile getirdiklerine öncelik vermek üzere yola çıktım. Ama sadece mimarlık yönünü açıklamak bu rengârenk insanın özelliklerini tanımlarken çok eksik kalırdı. O nedenle onun diğer özelliklerinden de kısaca söz etmeyi sürdüreceğim.
Okuma zevkini ve alışkanlığını Aydın Bey anne ve babasından öğrenmiştir. İlkokuldayken annesi Nevreste Hanım, dört yıl boyunca, onun öğretmeni olmuştur. Bunu da değişik kitaplarında birkaç defa yazmıştır. Hatta birinde “diğer öğrencilere ayıp veya haksızlık olmasın diye, annem en çok beni döverdi” der. Bazı fotoğraflarındaki duruşundan bellidir – annesi gayet sert bir kadındır. Ancak, Boysan’ın çok büyük gururla en çok andığı Pertevniyal Lisesi’nde geçirdiği eğitim yıllarıdır. Oradaki, güzel eğitim ortamından, arkadaşlıklarından ve ünlü öğretmenlerinden birçok kitabında gurur ve övgüyle söz eder. Bu, kanımca, orta ve lise eğitim yıllarının bir insanın gelecekteki meslek eğitimi ve yaşamı açısından ne kadar şekillendirici olduğunun göstergesidir. Kendisi ve arkadaşları bu çağda tiyatrolara giderler, kitap okurlar, konserler dinlerler. Yani, şimdiki gençlerimizin hiç yapmadığı şeyleri yaparlar. Diğer bir deyişle, zamanın gençleri kültürel anlamda yontulup pişerler.
Aydın Boysan’ın yazdığı konular birkaç ana başlık altında toplanabilir: 1. Çocukluk yılları, aile ortamı ve İstanbul’un o dönemdeki yaşantısı; 2. Mimarlık eğitimi, uygulamaları ve dünyası; 3.Mizah, şiir, edebiyat ve güzel sanatlar hakkında söyledikleri; 4. Gezdiği ve gördüğü yerler hakkında yazdıkları; 5.Arkadaş çevresi ile tanıştığı ünlü kişiler ve mülâkatları; 6.Mimari ve kentsel çevrenin değişimi ve bozulmasına ilişkin gözlemleri; 7. Yaşam deneyimleri ile felsefi konular ve 8. tabii ki, İstanbul. İzmir için “rüyalarımın sahil şehriydi” diyen Boysan aslında gerçek bir İstanbul aşığıdır. Bu konuların her biri kitaplarında bazen tek başına, çoğu zaman belirli oranlarda karıştırılarak, kullanılmıştır. Örneğin, Hayat Tatlı Zehir (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İst. 2007) adlı kitabında gezileri, meyhaneleri, mimarlık mesleğini ve dostlarını birlikte ele alarak, Türk okuyucusuna yine güzel kokular saçan bir “pot-pourri” sunmuştur.
Aydın Bey'in çok duru, berrak ve anlaşılır bir Türkçesi vardır. Nüktedanlıkta üzerine yoktur. Yazılarındaki kelime oyunları, mizah anlayışı ve dilimizi kullanışındaki kıvraklık en usta edebiyatçılarımızı kıskandıracak düzeydedir. Ancak, çok yazmasına rağmen, o ne bir edebiyatçı Yaşar Kemal olmuştur, ne de bir gazeteci Hasan Pulur [5]. Ama sonradan yayın sayısı çokluğuyla yayın dünyasından öcünü almıştır. [6] Boysan’ın zaten var olan mizah yeteneğini geliştirebilmesi çok çeşitli mesleklere sahip geniş bir dost ve arkadaş çevresine bağlanabilir. Ayrıca bunu uzun yıllar gazete yazıları yazmış olmasına borçlu olduğu da söylenebilir. Mizah bir yetenek işi olmakla birlikte, bir kültür birikiminin sonucu doğar. Bu çok açık – o kültür denen şey sizde yoksa, espri yapabilme yeteneğiniz gelişmez. Zaten kendisi de bunu itiraf etmekte ve şöyle demektedir: “Çocukluğumda Naşit’in tiyatrolarına gitmekten, meddah seyretmekten başlayıp, daha sonra şehir Tiyatroları’na gitmekten, Moliere seyretmekten dünyanın ciddi mizah kitaplarının seve seve okumaktan doğan bir birikim, bir kalıntı var.” [7] Bunun iki kelimeyle ifadesi “kültürlü olmaktır”. Bu vasıf, uzun süreçte ve zor kazanılır – ciddi bir birikim gerektirir. Kullanmazsanız çabuk kaybedilir.
Aydın Bey roman veya masal yazmaz – benzer denemeleri belki ikiyi geçmez. Ancak, mesleği icabı, ülkemizin (özellikle fiziki) çevresine duyarlılıkla bakar, onu inceler ve değişimin olumsuzluklarını eleştirir. Akılsızca kaybettiğimiz kültürel değerlerimize ve değerli mimari eserlerimize dikkat çeker. Örneğin, yine mimar olan oğlu Burak’la birlikte yazdıkları İki Nesil bir Şehir adlı kitap İstanbul’un zaman içinde nasıl çehre değiştirdiğine şahitlik etmekte ve fiziki çevrede yaşanmış ve yaşanmakta olan olumsuzluklar ile tarihi değerlerimizin insafsızca kaybolmasını ele almıştır. Bu kitap gayet iyi yazılmış, nitelikli bir belge, eleştiri ve yorum kitabıdır. Her Türk vatandaşının, özellikle mimar adaylarının, okuması gerekir. Ülkemizin – hatta daha iddialı olalım - dünyanın en güzel şehrini nerelerden nerelere nasıl getirdik bunun öyküsünü bulursunuz bu çalışmalarında.
Aydın Boysan’ın kişiliği ve ruhsal yapısı da, kitapları gibi, yukarıda saydığım konu başlıklarından oluşan bir karışımdır: fıkra ve esprileri, kelime oyunlarını, güldürüyü pek sever. Cem Yılmaz onu şöyle tanımlamıştır: “…tiryakilik yapan mizah yazılarının sahibi”. [8] Ancak, onun biraz ben-merkezli olduğu da açıktır. Birçok kitabının kabında sadece kendi portresinin olması dikkat çekicidir. Metinler içindeki fotoğrafların %80’i de kendisine aittir. Çoğunda tek kişidir. Oysa, Aydın bey ne yakışıklıdır, ne de karizmatik. Sempatiktir. Kitaplarında bir zamanların güzel kadını olan eşi Suzan Hanımın (öl: 2016) fotoğrafı pek azdır. Çoğunda arkadaşlarıyla görülür. Boysan’ın ruhunda “ünlü olmak” hasretinin yattığına kuşku yoktur. Hep milletimizin yakından tanıdığı bir insan olmak istemiştir. Bunu kim istemez ki?
Zengin bir kültürel birikimi olmasından ötürü Aydın Bey iyi bir konuşmacıdır. Bu da onun başka bir yeteneğidir. Çok kişi onu kulüplerine veya derneklerine davet edip konuşma yapmasını istemiştir. O da bunu her zaman severek ve heyecanla yapmış, asla karşılık beklememiştir. Tahminim, yol ve konaklama masraflarını bile talep etmemiştir.
Boysan gibi “dolu” insanlar eğitimciliği, üniversitede ders vermeyi de severler. (Bazen dolu olmayanlar da sever.) Paye çekicidir: “Gençlerimize mimarlık öğretiyor” denmesi bile çekicidir. Ama piyasada para kazanma tutkularından vazgeçemeyenler ve hocalığın birtakım sıkıntılarına katlanamayanlar, hocalık kartvizitini her hâlükârda severler. Ayrıca, hocalık onurlu ve de keyifli bir iştir – tabii sevenine. Dışarıdan yapılan hocalık sizin piyasada reklâmınızı da sağlar. Ayrıca, gençleri eğitmek keyifli bir iştir. Ama akademik kariyerde ilerlemek için sebat etmek, bir sürü meccâne işi yürütmek, araştırma yapmak, vs. gerektirir. Aydın bey gibi bin bir tarakta bezi olanlar, bir kuruma ve tek bir maaşa bağlı kalmak istemezler. Bu nedenle de, kendilerince fazlasıyla hak etseler bile, “profesör” unvanına sahip olamazlar. Oysa, onların etraflarında adının başında “prof.” olan onlarca değerli insan vardır. Bunu içten içe biraz kıskanırlar – çünkü bu hak ettiklerini sandıkları halde, hiçbir zaman sahip olamayacakları bir akademik unvandır. Aydın bey İTÜ’de 1957’den 1972’ye kadar, yani 15 yıl boyunca, yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
Adı şimdi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan eski İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne, kısa adıyla Akademi’ye, gençler uzun yıllar yetenek sınavlarıyla girdiler. [9] Eskiden mimar adaylarında çizim yeteneği aranır, canlı modelden desen çizdirilirdi. Yani “sandalye üzerinde oturan bir adamı” etrafına dizilenler gördükleri açıdan çizerlerdi. İkincisi hayalden bir kompozisyon veya obje düşünüp onu çizmekti. Örneğin adaylara “tekerlek, bulut ve merdiven” kelimeleri verilir ve bir yaratı (hayali resim) oluşturmaları beklenirdi. Veya hayalden fil, tepsi, cezve veya çatal-bıçak gibi bazı hayvan veya objeleri çizmeniz istenirdi. Çizebiliyor olmak önemliydi. (Şimdi hiç biri çizmiyor. Sadece çöpten adam çizebilenler dahi bu mesleğe soyunuyor.) Aydın beyin bunları yapmadığı ve bir sınavdan geçmediği anlaşılıyor. Çünkü bir yazısında “Akademiye girmek benim zamanımda kolaydı” der. Boysan’ın çizim/tasarım yeteneği ne düzeydeydi, bunu tam olarak bilemiyoruz. Ama tasarımcılığı üst düzeyde olsaydı, bunu bize kitaplarının birkaçında mutlaka belli eder, projelerini veya çizimlerini gösterir ve onları açıklardı. İlginçtir, hiçbir kitabında tek bir serbest el çizimi veya projesi yoktur. Her yeteneğini toplumla paylaşma aşkıyla yanıp tutuşan Boysan, her nedense bu konuya hiç girmemiş, okuyucusuyla sadece bazı yapılarının ve özellikle arkadaşlarının fotoğraflarını paylaşmıştır.
Aydın beyin mimarlığı meslek olarak seçmesi de ilginçtir. Çünkü, liseden sonra önce tıp okumak istemiş, hatta gidip okula kaydını yaptırmıştır. Ardından Akademi’ye ve mimarlık bölümüne geçer. Onu mimarlığa neyin veya kimlerin teşvik ettiğini açıklamaz. Ancak, “Bir daha doğsam yine mimar olurdum” demesi çok önemlidir. Bu sözü her mimar söyleyebilmelidir. Aydın bey mimarlık okurken sürekli çalışır. Belli ki, ailesi ekonomik açıdan zor durumdadır. Piyasadaki mimarlara parça başı çizim yapar. Akademi’de okurken aktif bir öğrencidir: sergi ve balo gibi bazı etkinliklerinde rol alır, öğrencileri örgütler ve yönetir. 1942’de Akademi’nin kuruluşunun 100. Yılı kutlanır ve orada da görev alır. Bu süreç mezuniyetinden sonra “Mimarlar Odası’nın ilk genel sekreteri” olması şeklinde devam eder.
Boysan mesleğini 1999 yılına kadar, yani 50-55 yıl boyunca, kesintisiz sürdürdüğünü belirtir – yani mimarlığı bıraktığında 78 yaşındadır. Şüphesiz, bu gayet uzun bir meslek yaşamıdır. Mimarlık ve yazarlık yapması, hiç boş durmaması, onu yaşama bağlamıştır. Boysan bir kitabında 100 kadar mimari eserinin/inşaatının olduğunu ve bunların toplamda 1,5 milyon m2’yi bulduğunu söyler. [10] Buradan, sayıca çok olmasa da, fabrika türü büyük metrekareli yapılar tasarlayıp yaptığı anlaşılır. Çünkü, yapılarının ortalama büyüklüğünün 15,000 m2 olduğu anlaşılır.
Boysan’ın ilk işi Hakkari Hükümet Konağı uygulamasıdır. Burada şantiye şefi olarak çalışır. O dönem hakkında anlattıkları, 1940’lı yıllarda ülkemizin ne kadar fakir ve zor durumda olduğunu gösterir. Ulaşım yoktur, para yoktur, inşaat malzemesi yoktur. Hiçbir şey yoktur. Teneke soba ile ısınır, çadırda saman ve tahta üzerinde yatarlar. Ülkede, at ve eşek sırtında, trenle veya denizden geçerek, bir yerden diğerine gitmek dahi sorundur. Anlattığı şeyler, yokluklar içinde sürdürülen mimarlık uygulamalarının nerelerden bugün nereye geldiğini anlamamız açısından eğiticidir.
Boysan, sonraki tarihlerde, Vehbi Koç [11] ve Ferit Eczacıbaşı [12] gibi ülkemizin bazı büyük sanayicilerine mimarlık yapmıştır. Boysan’ın Vehbi beyle mimarlığın ötesinde bir kişisel iletişim kurmuş olduğu açıktır. Çünkü Boysan Vehbi beyi güldürür ve rahatlatır. Stresli yaşayan Vehbi beyin böyle birisine ihtiyacı vardır. Yüzler ve Yürekler adlı kitabında (Yapı Kredi Yayınları, 2007, s. 109-114) Borsan Vehbi beyi anlatmıştır. Vehbi beyin (113’üncü sayfadaki fotoğrafından) Boysan’la konuşmaktan nasıl keyif aldığı, gülüşünden bellidir. Bu kozu kullanan Boysan onun yanında hep rahat davranır – istediği gibi rahat davranır. Vehbi Bey (1901-1996) Boysan’dan 20 yaş büyük olmasına rağmen, aralarında ince bir muhabbet vardır. Arkadaş değillerdir, rakı masası arkadaşı hiç değillerdir; ama ince bir bağ vardır. Aralarındaki mesafeli ve dengeli bir yakınlıktır. Vehbi beyin ölümüne kadar süren 42 yıllık ilişkileri, sanırım Boysan’ın dengeleri gayet iyi koruyabilmiş olmasına dayanır: iş bitecektir, başarılı, güzel ve ucuz olacaktır. Vehbi beyin ölümünden üç yıl sonra Boysan da mimarlığı bırakmıştır. Boysan KOÇ grubuna sadece fabrika yapmamıştır. Adeta ailenin sürekli mimarı gibi çalışmış, Vehbi beyin Yeniköy’deki evinin akan çatısıyla dahi uğraşmıştır.
Boysan’ın mimarlık literatürüne geçmiş, yani mesleki camiada iz bırakmış, bir eseri görülmüyor. Olsaydı mutlaka bilinirdi – herkese önce o açıklardı. Merak etmeyin, zaten olsaydı ondan o kadar çok bahsederdi ki, o yapıyı tanımayan kalmazdı. Üst paragrafta adı geçen kitabında Boysan 100 kadar ünlü isimle röportaj yapmış ve/veya bu kişileri anlatmıştır. (Türkan Şoray’la olan el-ele fotoğrafında son derece mutludur.) Ancak, Boysan bu insanların hiç birine ne bir konut, ne de bir yazlık yapmıştır. Olsaydı kaçırmaz onu da söylerdi. “4-5 tane ev yaptım, sonra lojman” diyor. Ama ardından: “Toplamda birkaç yüz tane binam vardır” diye abartıyor. Boysan konut yapmaktan hoşlanmadığını söyler ve şöyle der: “çünkü sahiplerinin kişisel istekleri beni bunaltıyordu” ve “kötü bir tecrübe yaşamıştım, yenilerinden çekiniyordum” diyor. Vali Cahit Ortaç’ın aracı olduğu Bursalı bir iş adamına Bursa’da Çekirge yolu üzerinde “değişik bir şey” çizer ve yapı yapılır. Bir de Sapanca Gölü’ne tepeden bakan bir konut yapar. Bunlara “sıradan işlerdir” der. [13] Aslına bakılırsa Boysan “tasarım” değil, “yapı” disiplini takımından biri olarak gözükmektedir. Sanırım tasarım işlerini “çok işe az para” olarak değerlendirmiş, paranın inşaat işlerinden daha kolay geldiğini kavramıştır.
Buna rağmen Boysan mesleğini severek yapar, yaptığı işlerden keyif alır. Ancak, iddialı bir tavır sergilemez. Belli ki, belli bir kalitede yaşamayı sürdürebilmek için para kazanmak önceliği ağır basar. Bugün Vedat Dalokay dediğinizde aklınıza İslamabad’daki Faysal Camii (proje 1973, bitimi 1988) gelir. Boysan gibi yine 1921 doğumlu Turgut Cansever dediğiniz zaman aklınıza Ankara’daki Türk Tarih Kurumu ile Bodrum’daki Demir Turizm Kompleksi gelir. Behruz Çinici (1932 - 2011 ) dediğinizde aklınıza her yönüyle Orta Doğu Teknik Üniversitesi gelir – yerleşim planı ve onlarca yapısıyla…
Tasarım işi fabrika yapılarında ikinci planda kalır. Boysan bu tasarım açığını, yani işin sanatsal yönünü, sanki kitap yazarak kapatmışa benzemektedir. Buna karşın, Boysan, Sedat Hakkı Eldem (1908- 1988) ve Emin Onat (1908 – 1961) gibi ünlü mimarlarımızı anarken [14] onları eleştirir. Sertçe eleştirilerdir bunlar. Oysa bu isimler Türk mimarlık tarihinde iz bırakmıştır. Her ikisi de profesördür, mesleklerinin doruğuna ulaşmış ve zirvede uzun yıllar kalabilmiş isimlerdir. Emin Onat’ı Anıtkabir projesiyle (Orhan Arda ile birlikte), S. H. Eldem’i ise birçok yapısı (örneğin, SSK Zeyrek Tesisleri, Rıza Derviş Villası, vb.) ve kitabıyla ile hatırlarız. S. H. Eldem, Boysan Akademi’de okurken, hocalık yapmaktadır. Oysa Sedat hoca kendisinden sadece 13 yaş büyüktür. Öğrenciler Sedat beyden korkarlar, çekinirler. Çok sert mizaçlıdır. Söyle der: “ (…) hocanın yüreklere saldığı korku başka türlüydü. Rüyamızda bile görsek titrerdik” der. [15]
Boysan’ın söz konusu bu iki mimarlık hocası için söyledikleri ilginçtir. Sedat Bey için şunları der: “Sedat Hoca insan olarak, topluma ve çağın gelişmelerine yakın yaşamadı. Milli mimariye fazlaca takılı kalması, kendi yapabileceklerini engelledi.” Bunda gerçek payı olabilir. Tartışılabilir. Ancak, geleneksel mimarimizin çizgilerini koruma konusunda şimdiye kadar hiç bir Türk mimarının yapmadığı kadar yol kat etmiştir. Kanımca milli mimarimizin ülkemizde hiç korunamamış olması isabetli olmamıştır. [16] Türk mimarisi 1950’lerden bu yana Batıdan gelen tsunamilerin etkileri altında, derin sulara sürüklenmiş gitmiştir ve halen sürüklenmektedir. Boysan, Emin Onat için ise şunları söyler: “Emin Hoca mimarlığı çok severdi ama çok yakın değildi. Atatürk Anıt Kabri “(…) bu çağda bir toplumun, bu kişiye yapması beklenen mimarlık eseri olamadı.” [17] Evet, Emin Onat rektörlük ve dekanlık gibi idari görevleri nedeniyle mesleğine uzak kalmıştır. (Hatta milletvekili de olmuş, ancak, 1960 İhtilali’nden önce üniversiteye geri dönmüştür.)Ben Anıtkabir konusunda Aydın Boysan’a katılmıyorum. Anıt Kabir her yönüyle başarılı bir Türkiye projesidir. Yakından incelendiğinde bu açıkça görülür – her ayrıntısıyla güzeldir. Bir ankette “Türkiye’nin en başarılı 100 eseri arasında” [18] sayılmıştır. Hele yarışmaya yollanan diğer projelere bakıp kıyaslandığınızda, uygulamanın açıkça önde olduğu kuşkusuzdur. Ayrıca, unutmamak gerekir ki proje 1940’lı yılların ürünüdür ve yapılar uzun zaman sonra, 1954’te tamamlanmıştır.
Ülkemizdeki mimarlık eğitimine Avrupa’dan (Nazilerden) kaçıp gelen mimarların katkıları her zaman merakımı uyandırmıştır. Bunlar bizim hocalarımızı yetiştiren hocaların da hocalarıdır. Alman disiplini ve iş ciddiyeti onlarda açıkça görülür. Bir örneği Alman asıllı Yahudi mimar Bruno Taut’tur (1880-1938). Ancak, Boysan 1940- 1945 arasında hangi yabancı mimarların Akademi’de hocalık yaptığından hiç bir kitabında söz etmez. Örneğin, mimarlık bölümünün kurucularından Alman Profesör Ernst Egli (1893 – 1974) ülkemizde 10 yıl kadar kalmış, Akademi’de, Boysan döneminden önce, mimarlık hocalığı ve bölüm başkanlığı (1930-1936) yapmıştır. Egli, Sinan’ı ve mimarisini incelemiş ve bu konuda yazılmış en güzel kitaplardan birini yazmıştır. [19] Bunlar ciddi insanlardır. Benzer hocaların öğrencileri olmuş olmak, 1950 öncesi mimarlık okumuş olan Aydın Boysan yaşlarındaki ilk diplomalı mimarlarımız açısından bir ayrıcalık olmuştur. Egli, fiziki olarak Boysan döneminde Akademi’de yoksa bile, geride onun iş disiplini ve otoritesi kalmıştır. Boysan’ın bir miktar Almanca öğrenmesine bu hocalar yol açmış olmalıdır. Bir kitabının iki satırı arasında “aramızda Almanca konuştuk” der. Acaba bu dili ne derecede biliyordu? Ya İngilizceyi?
Boysan’ın öğrenciyken yaptığı stajları anlatması da günümüz mimarlık öğrencisi açısından mesajlar barındırır. Galata’da bir handa çalışırken kendini söyle tanımlar: “… tek kişilik orkestra gibiydim. Proje çizer, hesap yapar, iş takip eder, akşam paydosundan sonra da yazıhaneyi siler süpürürdüm, daha öğrenciyken.” [20] Bu gayet önemlidir. Çıraklığın bir tanımıdır. Mimarlık usta-çırak ilişkilerine dayanır.
Hakkari’deki ilk kazancı, dolar yükselip elindeki para pul olunca, işi hayal kırıklığı ile, hatta maddi zararla, biter. Babasından 5 lira istediğinde, “bana derin derin bakmıştı” der. 1950 başlarında piyasada iş yapmaya başlar. 1951’de ihale edilen UNİLEVER Margarin Fabrikası’nın projesi kısmen, uygulaması tamamen, Boysan’ındır. 1954’te Koç Grubunun Sütlüce’deki ilk buzdolabı fabrikasında çalışır. Arçelik Çayırova Tesisleri onundur. Bursa Yenişehir’deki Dosan (sonradan TAT) Konserve Fabrikası ile Çorlu’daki Aymar tesisleri onun yapıları arasındadır.
Bu eserleri hakkında şöyle der: “Bunların hiç birinde beni bugün bile üzecek yanlışlık yapmadım”. [21] Ve “1999 büyük depreminde hiçbir yapısının çökmediğini” sözlerine gururla ekler.
Adapazarı’nda TOPRAK Holding’in ilk yapısı olan İlaç Fabrikasını da Boysan yapar. İzmir Fuarı’nda bir sergi salonu inşa eder. Bu şirketin Eskişehir tesisleri 200,000 m2’dir. Eczacıbaşı’nın Karamürsel’deki İpek Kağıt Fabrikası 1968 tarihlidir. Aynı şirkete Bozüyük Seramik, Levent İlaç tesisleri ile bir spor salonu yapar. İzmit’te Kartonsan Fabrikasını inşa eder. Liste uzundur… Bunlara Gebze’deki Nasaş Alüminyum Fabrikasını, İstanbul’daki Bozkurt Mensucat Fabrikasını, Çatalca’daki Nesin Vakfı binalarının restorasyonu, Orhangazi’deki Döktaş binası ile Uludağ’daki Termal Oteli eklemek gerekir.
Hayat Tatlı Zehir adlı kitabında 54 “endüstri tesisi” yaptığını söyler. Bunları yurt, pavyon, lojman ve hastane gibi 18 adet “sosyal tesis” izler. Yaptığı konut sayısı ise üçtür. [22] Sofya Bulgar Devlet Operası Uluslararası proje yarışmasında 123 proje arasından, bazı arkadaşlarıyla birlikte, 4. olurlar. Genç mimar olarak bu başarışınla çok gurur duymuştur.
Bursalı bir iş adamına Çekirge yolu üzerinde yaptığı konut işinde kötü bir deneyim yaşar. (Daha açıkçası, ciddi bir kazık yemiştir. Utanıp açıklayamaz.) “Yenilerinden çekiniyordum” der ve konut yapma işinden bu nedenle soğuduğunu ekler. Bir kitabında ise 4-5 konut yaptım diyerek geçiştirir. Yaşadığı bazı kötü deneyimleri açıklayamaz. Belli ki başından geçenleri hatırlamak bile istemez. Maalesef “yedikleri kazıkları” bu güne kadar hiçbir mimarımız yazmamıştır. [23] Keşke birileri yazsa. Genç mimarlar bazı kötü deneyimleri illa kendileri yaşayarak öğrenmek zorunda kalmasalar.
Bu dünyadan bir Aydın Boysan geçti. Ama yaşadıklarından hiç bir pişmanlık duymadan yaşadı ve öylece gitti. “Bir daha bu dünyaya gelsem yine aynı şeyleri yapar, aynı şekilde yaşardım” diye yazmıştır birkaç kitabında. Yani, huzur içinde gitmiştir aramızdan. Çoğumuzun aksine, hayatını dolu dolu yaşamıştır. Bu herkese nasip olmaz.
Ülkemizin kalkınma hamlelerine başladığı, sanayileşmenin hız kazandığı 1950’li dönemlerde, henüz birkaç yıllık mimar olan Boysan mimar olarak İstanbul’da sahneye çıkması Boysan’ın şansı olmuştur. Ortada pek mimarın bulunmadığı bir dönemde bazı önemli iş adamlarımızla çalışma imkânı bulmuş ve bu işi sevmiştir. Belki çok para kazanamamıştır, ama mimar olarak dilediği gibi yaşama imkânı bulmuştur. Belli ki, onun inşa ettiği yapılardan çok yazdıkları hatırlarımızda kalacaktır.
Boysan’ın kitapları ülkemizin son yüz yıllık tarihini açıklar – eğitimiyle, eğlenceleriyle, örf ve adetleriyle ve kaybolan kültürel değerleriyle. Bunlar aynı zamanda mimarlık eğitim ve uygulamalarının 1940’tan bu yana nasıl geliştiğinin belgesidir. Bazen satır aralarından, bazen ise açıkça, birtakım mimari değerlerimizin, kentsel mekânlarımızın ve tarihi yapılarımızın zaman içinde nasıl yitirildiğini görürsünüz. Bunlar mimarlık dalında eğitim görenlerin ve çalışanların bilmesi gereken meselelerdir. Çünkü bundan böyle nasıl akıllı davranmamız gerektiğine ışık tutarlar. Boysan’ın kitapları, insanı zaman zaman yoran bazı tekrarlarına rağmen, kolaylıkla ve keyifle okunur. Okurken mutlu olursunuz. Hatta okurken bir yandan kendinizi tutamaz, zaman zaman gülersiniz. Boysan Türkçeyi güzel kullanır – kelime oyunları ve yazım kıvraklığı gayet iyidir.
Aydın Boysan’ın yazdıkları mimarlık eğitimi alanların önüne rengârenk bir örtü serer. Okuyanlar, geçmişe ve bugüne dair çok şey öğrenirler. Hatta yazdıkları giderek Türk insanının bilmesi gereken gerçekleri açıklamaya yarar. Tüm değerleriyle günümüzde kaybolmakta olan İstanbul bunların başında gelir.
Huzur içinde uyusun.
[1] Bu küçük şişeyi içki içmeye başlamasının 40. yıl hatırası olarak yapmıştı. Lâf olsun diye. Aslında bu bir kadeh değil, şişman belli, Bodrum amforaları şeklinde, deri askılığı olan ve 20 cm boyunda küçük bir şişeydi. Bunun resmi İnternette görülebilir.
[2] https://listelist.com
[3] O zamanki bu tavrından ötürü Erol Evgin’i yıllar sonra halâ sevgi ve minnetle anıyorum. Kalabalık bir ekiple böyle bir masrafı kabullenmek her sanatçının harcı değildir. Erol Evgin aynı zamanda iyi bir resim sanatçısıdır ve o yıldan sonra birkaç sergi açmıştır.
[4] Bu bağlamda 2012 yılında üniversiteme davet ettiğim o, el yazısı kadar, her yönüyle muhteşem olan insanı, mimar Doğan Hasol’u, anmak isterim. O da mesleğimizin ermişleri arasındadır. Aydın beyi 2008 yılından sonra davet etmeye çekindim. Çünkü artık 87 yaşını da geçmişti ve uzun yolculukların kendisini yoracağını ve belki de davetimin reddedileceğini düşündüm.
[5] Hasan Pulur (öl. 2015) gazetecidir ve Boysan’ın “meyhane arkadaşıdır”- her hafta pazartesi akşamları birlikte kafa çekerler. 1982 yılında Boysan’ı gazetelerde yazmaya Pulur çeker. Köşe yazıları on yıl süreyle yayınlanır. Yüzler ve Yürekler adlı kitabında Boysan Yaşar Kemal’i anlatmıştır.
[6] Hatta belki yazdıkları yayınlanmaz diye endişelenen A. Boysan bir dönem kendi yayınevini kurmuş ve kitaplarını burada basmıştır.
[7] Hayat Tatlı Zehir, s. 159.
[8] Ardından ekler: “Tüm gençlere tavsiyem A. Boysan’dan ne bulursanız okuyun.” Bakınız: www.sozcu.com.tr/2018/gündem/aydın-boysan...
[9] 1882’de ünlü Osman Hamdi Bey tarafından “Sanayi Nefise Mektebi” adıyla kurulan okul, ülkemizin ilk güzel sanatlar ve mimarlık okuludur. 1928 -1982 arasında Akademi (İDGSA) adıyla çalışmıştır. Sınavla öğrenci alımları 1959 – 1982 arasında devam etmiştir. (Mimarlık dışında, bazı dallarda yetenek sınavlarıyla öğrenci alımı halen devam etmektedir.) YÖK kanunuyla birlikte 1982’de Akademi Üniversiteye dönüşmüştür.
[10] Bir yerde “inşaatlarının toplam alanı 200 futbol sahası eder” demektedir. 70x105m olan bir saha kabaca bir hektardır – yani 10,000 m2. 200 saha 2 milyon m2 eder.
[11] Camideki cenaze törenine katılan oğlu Rahmi Koç, Boysan için şöyle demiştir: “”…birlikte olduğu insanı gençleştirir, tansiyonunu düşürür, ömrünü uzatırdı.”
[12] Yüzler ve Yürekler adlı kitabında Boysan, Vehbi Koç gibi, Ferit Eczacıbaşı’yı da anlatmıştır, (s: 284 – 285).
[13] Hayat Tatlı Zehir, s.135-136.
[14] Yüzler…a.g.e., s.196-200.
[15] Hayat Tatl…, s.77.
[16] Yapanlar vardır; bunlar az sayıdadır. Burada Geleneksel unsurlarımızı başarıyla çağdaş tasarımlara taşımış olan bir ismi, Tuncay Çavdar’ı (Atölye T) anmak isterim. Bilmeyenler onun tasarladığı tatil köylerini gezebilirler.
[17] Yüzler…a.g.e., s.199.
[18] www.hurriyet.com.tr/kelebek/hurriyet-pazar/...
[19] (Çeviren: İbrahim Ataç), Osmanlı Altın Çağının Mimarı Sinan, Arkeoloji ve Sanat Yayınları,2009, İstanbul.
[20] Hayat.., s.84.
[21] Hayat…, s.124.
[22] a.g.e.,s.425-427
[23] Bildiğim tek yayın Doğan Hasol’un Mimarlar Dik Durur adlı kitabıdır. Mimarların yedikleri kazıklara kısmen (az miktarda) yer vermiştir. Onlar dik dururlar, çünkü yedikleri kazıklardan ötürü ikiye bükülemezler.
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız. GİRİŞ YAP / KAYIT OL