TARİH:
15 Mayıs 2023
Abstract
This article discusses the very well known saying of the famous architect Mies van der Rohe: “Less is More”. Architectural creations which bear an aesthetic value externally and internally, do not require to be dressed up in a number of ways so that their visual value can be enhanced. Most decorations, like the make-up of women, when overused, indicate the weakness of a building’s architectural design. A well designed builing requires no fancy external decorations, if its building mass, proportions, scale, modulation and other elements represent a high aesthetic value. Plainness and simplicity is not a weakness; on the contrary, they indicate the high value of an objects’ or building’s design.
Öz
Bu makale ünlü mimar Mies van der Rohe’nin çok iyi tanınan sözü “Az daha Çoktur” sözünün içeriğini ve doğruluğunu tartışmaktadır. İçi ve dışıyla estetik bir değer taşıyan yapıların görsel değerlerini artırmaları için değişik biçimde giydirilmelerine veya süslenmelerine gerek yoktur. Aynen kadınların süslenmesi gibi, eğer yapıların süslenmesinde abartıya kaçılırsa, bu bir eksikliğin ifadesi olmaya başlar: yapıda birşeyler eksik kalmıştır, olmamıştır veya bazı şeylerin üstü örtülmeye çalışılıyordur. Oysa, güzel bir kadının çok süslenmesine gerek yoktur. İyi tasarlanmış yapıları da süslemeye gerek yoktur. Mimari açıdan iyi olan yapıların kütlesel ifadesi, oranları, ölçeği, modülasyonu ve diğer özellikleri yüksek bir estetik değer sunar. Yalınlık ve basitlik asla bir mimari zafiyet değildir. Tam tersine, bu özelliği bir objenin veya yapının iyi tasarlanmış olduğunun göstergesidir.
I. Giriş
Bu söz, önceleri Alman, sonradan Amerikan vatandaşlığına geçmiş olan dünyaca ünlü mimar Mies van der Rohe’ye aittir. 1886-1969 yılları arasında yaşamış olan bu kişi modern mimarlığın öncülerindendir. Mimari tasarımlarında her mimari sorunu çözümlemek yerine, “yapıların bütünlüğünü ve yalınlığını bozabilecek olan meseleleri dışlamayı”, yani problem çözümünde seçici olmayı, tercih etmiştir.
Mies’in bu sözü mimarlık dünyasında çok konuşulmuş ve tartışılmıştır, zaman zaman tekrar gündeme getirilmektedir. Hatta yine bu sözü, değişik sanat ve tasarım disiplinlerine taşınmıştır. Internette kısa bir süre gezinmeniz size bu sözün günümüze kadar ne kadar büyük fırtınalar koparmış olduğunu gösterecektir.
Mies ilginç bir kişidir. Geleneksel bir mimarlık eğitimi almamıştır. Ancak, geçmişe bakıldığında birçok ünlü mimarın da onun durumda oldukları görülür. Örneğin, Le Corbusier (1887-1965) ve Frank Lloyd Wright (1869–1959) da gerçek anlamda mimarlık eğitimi almamış, buna rağmen dünya çapında ünlenmiş mimarlardır. Günümüzün tanınmış Japon mimarı Tadao Ando da öyledir. O da mimarlığı üniversitede okumamıştır. Bu dört şahıs dünya mimarlık tarihine geçmiş olan son derece ilginç eserler üretmişlerdir. Hepsi kendi kendilerini eğitmiştir.
Mies sürekli olarak mimari bürolarda, inşaatlarda ve Peter Behrens’in yanında çalışmıştır. 19. yüzyıl mimarı Schinkel’i incelemiş, dünya şavaşı sonrası “geçmişle olan bağlarını koparmıştır”. Mies bin dokuz yüzlü yılların başında yirmi katlı çelik ve camdan bir yapı yapmıştır. Böylece o geleceğin cam ve çelikten oluşan gökdelenlerinin temelini atmış olan bir kişidir. Okuyucu Mies hakkında daha ayrıntılı bilgiye başka kaynaklardan kolaylıkla ulaşabilir. Bu yazıda amaç Mies’i tanıtmak değil, kendisinin bu özdeğişinin içeriğini ve doğruluğunu mimarlık mesleği açısından tartışmaktır.
Ölümünün üzerinden kırk yıl geçmesine rağmen ünlü mimarın “less is more” görüşü günümüzde ne kadar doğrudur? Sözleri mimarlık pratiğinde bugün ne kadar geçerlidir? Kimler ne amaçla onun bu görüşüne karşı çıkmıştır? Yalınlık ve basitlik, karmaşadan daha değerli ve üstün müdür?... Ve benzer daha nice soru...
II. Yalınlık, Basitlik
Mies basit, yani adeta bir kutu gibi, bir dikdörtgen prizmasının içine yerleştirdiği ve bazı separasyon elemanlarıyla birbirinden ayırdığı, esnek ve yalın mekan oluşumlarıyla tanınır ve hatırlanır. Yapılarının cepheleri gayet düz ve iddiasızdır. Aslında onun iddiası tasarımlarındaki bu yalınlıktır. Çelik konstrüksiyonlu yapılarında geniş cam yüzeyler oluşturabilmiş, belki de Avrupa’nın gökyüzü sürekli kapalı olan ikliminde yer alan yapılarına daha çok güneş ve ışık almayı ve iç ve dış mekanları görsel olarak daha iyi bütünleştirmeyi istemiştir. Mies’i ayrıcalıklı kılan projelerindeki bu yalınlıktır. Ama kelime yanlış anlaşılmasın, “basitlik” zafiyet, eksiklik veya geri kalmışlık değildir. Tam tersine. Bu davranışıyla mimar geleneksel mimari yaklaşımı reddetmekte, bir anlamda kendi döneminin geleneksel tasarım anlayışına sadelik yaklaşımıyla, bir başkaldırı sergilemektedir. Ancak, mimaride hangi görüş daha üstündür? Onun yaklaşımı mı, yoksa herkesin benimsediği daha karmaşık, süslü ve gösterişli çözümler mi?
Geçmişin ünlü mimarlarının birçoğu düşünce itibariyle günlerinin ötesini görebilmiş ve buna göre gününü aşan uygulamalar yapma fırsatı bulmuş olanlardır. Onların mesleki açıdan adeta devrimci denebilecek duruşları, sürekli değişen dünyanın o günkü özelliklerinden kaynaklanmıştır. Çünkü endüstri devrimi ile giderek hızlanan teknolojik buluşlar, değişen yaşam biçimleri ve yeni inşaat malzemeleri mimarlık alanında değişim yapılmasını ciddi biçimde körüklemiştir.
Le Corbusier de benzer biçimde düşünen yenilikçi bir kafaya sahiptir. Daha gökdelenlerin ortada görülmediği bir dönemde, o insanları kafasında kurguladığı büyük ve çok katlı konut yapılarına yerleştirerek, kentlerin açık alanlarını arttırmayı ve geniş bulvarlar ile servis alanları yaratmayı hayal ediyordu. Bu tavır kentleri yaşanmaz hale sokan endüstriyel devrim koşullarına karşı getirilen reaksiyoner bir çözümdü. Corbusier mimar, şehir plancısı, ressam, heykeltraş, yazar ve mobilya tasarımcısıydı. F.L.Wright da aynı dönemde çoğunluğun görüşlerinden farklı düşünen ustalardandı.
Mies söyle yazmıştı: “Basitliğin bulunuşu bana öyle önemli göründü ve ortaya çıkan yapılar öylesine uyumlu geldi ki (...) bunların modern dünyanın düşünce ve kültürünü değiştirip zenginleştireceğine inandım.”1
Yukarıdaki alıntının yapıldığı kitabında post-modern söylemin sözcülerinden olan Venturi farklı bir görüş getirmekte ve çok eleştirel bir bakışla “Less is bore” (daha az olan sıkıcıdır) demektedir. Kim haklıdır? Mies mi, Venturi mi? Basit çözümlerin ve yalınlığın mimari çözümlerle ilgili kısmını sonraya bırakarak, konuyu, başka bir yöne, bir an için mimaride “süsleme” endişelerine taşımak istiyorum. Bu yaklaşımla “daha az”ın gerçekten ne anlama gelebileceği belki örneklenmiş ve daha iyi anlaşılabilir olacaktır.
Mies’in yalın tasarım anlayışının bir ortağı yine Amerikalı ünlü mimar Philip Johnson’dır. Bu kişi şimdi müze olan ünlü “cam ev”i ile bilinir. Buna karşın, basitliğin karşıtı Antonio Gaudi (1852 – 1926) olarak düşünülebilir. Yine büyük bir üne sahip olan bu İspanyol mimar, yukarıda sözü geçen diğer mimarların tam bir zıddıdır. Gaudi çetrefilli çözümleri, aynı yapıda birbirine hiç benzemeyen pencereleri, balkonları, aşırı renkleri, seramikleri, garip formlu çatıları, bacaları ve daha çok çeşitli tasarımı bir yapıda birleştirebilmiş olan bir mimardır. Yaşadığı devre göre o da ileri düzeyde yaratıcıdır, sıradışıdır. Mimar, belli ki Arapların İspanya’daki etkilerinden, Endülüs’ten, Çingenelerden, Akdeniz’in sıcağından ve Kuzey Afrika’nın kültüründen etkilenmiş birisidir.
Gaudi’nin yaptığı uygulamalar o kadar ince ayrıntı içerir ki, insan bunların çizimlerinin bile önceden yapılmış olabileceğini düşleyemez. Çünkü onun yapılarında üretilenler bir çizime dayalı olarak ustaların yerinde yapabilecekleri şeyler değildir. Olsa olsa, mimar sürekli olarak inşaat sahasında bulunmuş ve her şeyi ustalarına kendisi tarif etmiş ve belki de bazı şeyleri (örneğin seramik parçalarıyla kaplı yüzeyleri ve desenleri) resim veya heykel yapar gibi, bizzat kendisi uygulamış olmalıdır. Bu tür formlar ve bezemeler o dönemde çizimleri yapılamayacak kadar zordur – hele uygulandıkları 110 yıl öncesinde. Gaudi üç boyutlu elemanlara verdiği biçimle heykel sanatını, yüzeylerde kullandığı renk, doku vb. ögelerle resim ve seramik sanatlarını başarıyla mimariye taşımış bir kişidir.
Gaudi’nin estetik anlayışı görüldüğü kadarıyla İspanyolların beğenilerine yanıt veriyor olabilir. Belki de Arapların ve cingenelerin etkileriyle, yoğun motifler, canlı renkler ve karmaşık desenler İspanyolların beğeni kültürü haline gelmiştir. Bu beğeni anlayışının daha ileri ve karmaşık düzeyde olanı günümüzde Hindistan’da ve Pakistan’da vardır. Zaten orijin olarak Çingeneler de bu topraklardan yola çıkıp dünyaya yayılmışlardır. Bu beğeni kültürü, kökeni Hıristiyan olan diğer Avrupalılarda yoktur. Şatafat ve çok renklilik, sıcak iklim kuşağında, dünyanın soğuk bölgelerinden daha yaygındır. İkincisinde az renklilik ve sadelik daha çarpıcı bir özelliktir. Bu anlayış değişik yerlerde insanların giysilerine kadar yansımıştır. Hıristiyan olan Gürcü kadınların hepsinde siyah giysiler vardır. Buna karşın Nijerya veya komşu ülkelerin yerlileri giysilerinde çok renkliliği tercih ederler: orada parlak mavi, turuncu, sarı, yeşil gibi renkler hakimdir. Acaba bu tercihin onların derilerinin siyah olmasıyla nasıl ilişkisi vardır? Çöl iklimlerinde yeşil, mavi renklere duyulan ilgi, çok ender olan su ve bitkilere öykünmektedir.
III. Mimarlıkta Süsleme
Mimarideki binaları süsleme endişesi kadınların süslenme çabalarına benzetilebilir. Güzel bir kadının çok süslenmesine gerek yoktur. Güzel olduğunu zaten kendisi ve çevresi de biliyordur. Güzel kadın biraz göz boyası, bir kolye veya iki küpe ile dekoru bitirebilir. Oysa, güzel olmadıklarının bilincinde olan kadınlar veya süslenmenin önemsendiği ortamlarda yaşayanlar, çok daha ciddi bir çaba içine girerler. Bu doğrultuda kadınların kullandıkları çok çeşitli ve pahalı malzemeler vardır: giysiler; kemer, eşarp, şapka, flar, gözlük gibi aksesuvarlar; küpe, hızma, yüzük ve bilezik gibi çeşitli takılar; göz, kirpik, saç ve kaş boyaları veya bunların takma olanları; cilt için kullanılan çok çeşitli boyalar, pudralar, dövmeler ve nihayet bunları tamamlayan kokular...
Binalar kadınlar gibidir. Güzel olanlarının aşırı süslenmesine gerek yoktur. Onlara takılacak olan az sayıda aksesuvar yeterli olur. Çünkü güzel bir yapı değişik elemanlarının oranlarıyla, güçlü gövdesiyle, etkileyici kaş ve gözleriyle, malzeme seçimleriyle ve daha birçok özelliğiyle, zaten güzeldir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Gaudi’nin yapılarını aşırı süslemesi, adeta İspanyol kadınlarının aşırı süslenme merakıyla paralellik göstermektedir. İspanyolların Gaudi’nin yapılarını bizden daha çok beğenmeleri de bu nedenle doğal karşılanmalıdır. Bizler için onun yapıları, güzelliklerinden değil, zamanına göre sıradışı özellikler içermesinden kaynaklanmaktadır.
Gaudi’yi ünlü kılan aynı zamanda döneminin mimarisine hiç uyum sağlamayan bir anlayışı ısrarla sürdürmüş olmasıdır. Kendisine “İspanyol Art Nouveau hareketinin yaratıcı lideri” sıfatı takılmıştır. O ilgisiz sistemleri çakıştırarak, bilinen görsel düzeni değiştirmiştir. Bu tamamiyle onun kişisel tavrıdır. Zamanında şanslı bir mimar olarak her türlü (mali, politik, manevi vs) desteği görmüştür. Yapıtları halkın beğenisini topladığı için, sürekli olarak parasal yardım ve teşvik almıştır. Günümüzde turistleri Barselona’ya (hatta İspanya’ya) çeken önemli unsurlardan birisini onun mimari yapıtları oluşturmaktadır.
Yapıları süsleme gayretleri tarihin farklı dönemlerinde değişik biçimlere bürünmüştür. Bu tavır bir dönemin veya bir ülkenin ekonomik durumu, kültürü, diğer kültürlerden etkilenişi, sömürülen veya sömüren olup olmadığı gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Gotik dönemin yapıları buna örnektir. Örneğin, 19. yüzyılın ikinci yarısında, geçmişe nazaran daha da zenginleşmiş olan Fransa’da, İtalya’da ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde, yapıları süsleme gayretleri had safhaya ulaşmıştır. Bu tavır Paris, Roma ve diğer başkentlerin görkemli yapılarında ortak özellik olarak ortaya çıkar. Zamanın geç Osmanlı yönetimi de, sürekli yaşadığı ekonomik çöküşe rağmen, Avrupa örneklerinden geri kalmamaya çalışmış, oradakilere benzer saray, kasır ve köşkler yaptırmıştır.
İkinci dünya şavaşının bitiminden günümüze kadar geçen sürede, başka değerler ön plana çıkmıştır. 1950’lere gelindiğinde konutlarda artık Versailles Sarayı’nın birinden diğerine geçilen, içinde tuvalet olmayan odaları ve mekanları yoktur. Konutlarda şimdi banyo ve wc’ler vardır. Mutfak, yemek mekanı ve salon birbirlerinden ayrılmıştır. Kaloriferle ısınma sistemi ve üst katlara çıkmak için asansörler gelmiştir. Ulaşım için otomobil kullanılır olmuştur. Yapıların süs ögelerinin yerine önem yeni yaşam biçiminin yarattığı mekanları oluşturmaya yönelmiştir. Su, kanalizasyon ve elektrik altyapıları önemsenmiş, cephe süslemeleri arka plana itilmiştir. Bütün bu farklı tavırlar insanların yeni yaşam biçiminden ve beklentilerinden kaynaklanmıştır. 1950’lerin Türkiye’deki apartmanları güzellikten ziyade yeni fonksiyonlara yanıt aramıştır. Bunların dış cepheleri sadedir.
Osmanlı döneminde yapılmış olan kervansaraylar, hanlar, hamamlar, camiler de basit ve bazan kullanım farklılıkları dahi yapılar arasında ayırt edilemeyecek derecede benzer olan taş yapılardır. Bunların plan çözümlemeleri de yalın veya basittir. Çünkü inşaatlar geleneksel modellere ve yöntemlere göre yapılmaktadır. Örneğin, beton yoktur ve çatı açıklıklarını taşla geçmek için mutlaka kemer,kubbe veya tonoz yapmaya gerek vardır. Böyle bir dönemde seramiklerin, kalemişinin, taş ve ahşap yontmacılığın yeri doğal olarak ayrıdır ve hepsi önemsenmiştir. Yani, mimarinin günümüz kompleks ve ayrışık işlevlerinin ve de inşaat malzemelerinin geçmişte bulunmadığı bir ortamda ayrıntı, el emeği ve güzellik endişeleri ön plana çıkmıştır - tıpkı Sivas Divriği Cami ve Dar’üs Şifası’nda ve Ödemiş Birgi’nin Çakırağa Konağı’nda görüldüğü gibi. İlkinde muhteşem taş işçiliği, ikincisinde yoğun kalemişleri dikkati çeker. Durum günümüzde tersine dönmüş vaziyettedir. Yapıları süsleme endişeleri geri plana itilmiştir. Bunun başlıca nedenlerinden biri ekonomi, yani inşaat maliyetleridir. Çünkü inşaatta her türlü süs ilave maliyet demektir. Gözümüze çarpan aşırı süslemecilik anlayışı kırsal alanlarda daha çok göze çarpar.
IV. Yalın Olan Güzeldir
“Less is bore”, yani “az sıkıcıdır” saptaması, eğer yalınlık veya azlık yapılarda birşeyleri gerçekten eksik bırakıyorsa, geçerli olabilir. Bir kadının gerçek güzelliği sabah yataktan kalktığında, yani yüzünde hiç bir makyaj bulunmadığı zaman, daha iyi görülebilir. Bir iki makyaj dokunuşu fark yaratır. Bir mimari eser bu makyaj dokunuşları olmadan bile güzel, fonksiyonel ve özgün olabilir; yatağından sabah kalkmış saf güzellikteki bir kadın gibi…
Ölçülü süsleme aslında sanat dallarının hepsi için geçerlidir. İç mimaride, yalın iç mekanların bulunduğu bir yerde, güzel bir ağaç oymacılık örneği sergileyen antika bir dolap anlam ve değer kazanır. Çünkü o çevresiyle zıtlık yaratır ve böylece daha çok dikkat çeker. Çevre ona bir fon oluşturur. Ancak, siz aynı dolabı içi antika eşyalarla doldurulmuş bir mekana koyarsanız, o dolap daha az farkedilecek ve böylece görsel ve sanatsal değeri gözden kaçacaktır.
Çok ayrıcalıklı ve güzel bir heykel, içi heykel dolu bir salonda sergilenirse yine değer kaybeder. Değerinin daha iyi kavranabilmesi için onun ayrı bir mekanda veya ortamda sergilenmesi uygundur. Floransa’saki müzede Mikelanj’ın David heykeli dairesel ve yeterince geniş ve yüksek dairesel bir mekanda, Selçuk (İzmir) Müzesi’ndeki Afrodit heykelleri ise mekan içindeki özel nişlerde sergilenmektedir. Bunlar doğru bir teşhir anlayışını temsil ederler.
“Çok” değer kaybettirir, boğar ve hatta insanı sıkar. Her tarafı antika eşyalarla doldurulmuş bir iç mekan, maddi değeri yüksek olan elemanları içerse bile, sıkıcıdır. Hiçbir özellikli parça böylesine bir ortamda hak ettiği değeri kazanamaz. Çünkü kalabalık içinde o göze batmaz ve ön plana çıkamaz.
Buna karşın, “az” ise bazen yetersiz kalabilir. Vurgusu zayıf ve az sayıda olan elemanlarla yeterli etki elde edilemeyebilir. Büyük bir bahçede küçük ve yalnız başına duran bir heykel bu şekilde algılanabilir. Belki de bunların daha çok sayıda veya daha büyük olmaları gerekir. Özetle, mimari açıdan önemli olan az ve çok arasında “uygun bir denge” yakalayabilmektir. Bu ise söylemesi kolay, fakat tanımlaması ve uygulaması zor bir iştir. Sanatçının yeteneğinin ortaya çıktığı an bu andır.
Meslek yaşamınızda, yapmakta olduğunuz işe bazıları ellerini bulaştıracak ve eğitilmemiş kişisel sanat anlayışlarıyla, sizin kurmak istediğiniz dengeleri bozacaklardır. Belki de kurduğunuz dengeyi “çok”a doğru kaydıracak, yarattığınız düzenlemeyi bilinçsizce çirkinleştirecektir. Mimar için bu risk her zaman vardır ve genellikle işveren tarafından oluşturulur.
Günümüzde “minimalist” olarak yapılan tanımlamalar ve uygulamalar iç mimaride bazan saçmalık derecesine varmaktadır. Eğer “less” bu derece az ve anlamsızsa, işte o zaman “bore”, yani sıkıcı, olur. Müşteriniz sizin ona bir yemek odası tasarlarken uygun gördüğünüz sekiz kişilik kare masayı hayatı boyunca kullanmak zorunda kalmamalıdır. Her şeyden önce elbise (yani tasarım) onu giyecek olanın zevk ve ölçülerine göre dikilmelidir. Bu kişi bir Budist midir ki, siz ona sadece bir terliği, bir entariyi ve beline kemer olarak taktığı bir urgan parçasını yeterli buluyorsunuz? Kullanıcılarının yaşam biçimine uymayan yapılar ve dekorlar sadece tasarımcılarının zevklerini tatmin eder. Bu tavır kullanıcıya deli gömleği giydirmekle eşdeğerdir. O kişi, sizin kaprisleriniz uğruna, neden ellerinin gövdesine bağlandığı bir deli gömleği giysin ki?
Mimarlık ve iç mimarlık alanlarında basit ve yalın çözümler boşlukların artmasından kaynaklanır. Yalınlık gerekli olanla olmayanın ayırt edilebilmesinden doğar. Boşluk mekana ve kullanıcıya değişiklik yapabilme, yani esneklik, olanağı sağlar. Bir yatak odasındaki yatağı hiçbir şekilde başka bir yere koyamamak ev sahibi için herhalde büyük işkencedir! Boşluk esnekliğe ve giderek değişime fırsat tanır. Tasarımda değişim iyidir ve yararlıdır. Düşünün bir defa, sürekli olarak her şeyin değiştiği bir dünyada, siz yatağınıza, yatak odanızda ikinci bir yer bulamıyorsunuz! Mimar size deli gömleği giydirmiş de siz bunun farkında bile değilsiniz! Keşke odanız “more” olsaydı. Günümüzde yaşam ve çalışma mekanlarımızın katılaştığı ve gereksiz şekilde doldurduğu gerçektir.
“Kaşıkçı Elması”. Ben bu deyimi sıkça kullanıyorum. Onunla vermek istediğim bir mesaj var. Örneğin, çoğu zaman kuyumcu dükkanlarının vitrinleri sahipleri tarafından çeşitli ürünlerle doldurulur: kolyeler, küpeler, yüzükler, bilezikler, zincirler bir yığın oluşturur. Oysa vitrinler dükkan içerisindeki her malın bir örneğinin bulunduğu yerler değildir. Satılmak istenen her malın sergilendiği yer de değildir. Vitrinin amacı, müşteriyi içeri çekmenin bir aracı olarak, sadece bazı ürünleri sergilemektir. Siz bir kuyumcu vitrinine sadece “Kaşıkçı Elması”nı koyabilseniz, amacınıza çok daha etkili biçimde ulaşabilirsiniz. Yani, sadece çarpıcı tek bir ürün sergileyerek.
Şimdi Topkapı Müzesi’nde bulunan bu elmas Türkiye’nin en büyük ve en kıymetli taşıdır. Enderliğiyle, parasal değeriyle, tarihiyle, arkasında yatan öyküsüyle bu taş çok özgündür ve dikkat çeker. Böyle yapabilseniz her gün vitrininizin önünde duraklayan insan sayısı birkaç misline çıkar; vitrini doldurmadan amacınıza çok daha etkili biçimde ulaşırsınız. Böylelikle “less”, “more” olur.“Kaşıkçı elması” yakıştırmasını evlerimiz iç mekan düzenlemeleri, yapı tasarımları, bina cepheleri, hatta her türlü tasarım için kullanabilirsiniz.
V. Bitirirken
Tasarım kuramları üzerinde söz sahibi olmak kişinin bu alanda çok güçlü bilgiyle yüklenmiş ve mesleki uygulamalarla deneyim ve mesleki sentez yapmış olmasını gerektirir. Bu yazının kuram oluşturmak gibi bir iddiası olmamasına rağmen Mies’in sözü bize bir yapının sadece süslemeleriyle estetik değer kazanamayacağını, bu değerin gerçekte yapı bütününde sağlaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Mimari çözümlemelerde kişisel olarak karmaşadan değil, yalınlıktan yanayım. Ama, bu tadı olan, insanın duyularına hitabeden, kullanılabilir ve anlam taşıyan bir yalınlık olmalıdır.
Bir yapıyı binlerce şekilde süsleyebilirsiniz: bitkilerle, seramiklerle, renkli cephe boyalarıyla, resimlerle, camlarla ve daha nice değişik araçla… Ama, güzel yapı mimarın bir heykeltraş gibi yonttuğu bloktan (tomruktan) çıkan kütledir. Belki de mimarlıkta önemli olan az ile çok, basit ile karmaşık, dolu ile boş, sakin ile bağıran arasındaki dengeyi yakalamaktan geçmektedir. Mies yapılarında dönemine göre bir farklılık yaratmışsa da çok kişi onun konutlarında yaşamak istemeyecektir. Onun getirdiği azlık ve soğukluk belki de insan doğasına aykırıdır. Cam cepheler, metal konstrüksiyonlar, pano duvarlarla birbirinden ayrılan mekanlar, şeffaflık ve kullanım esnekliği sağlarken, bir Türk’ün çok önem verdiği “mahremiyet” kavramını kulak ardı etmektedir. Hollanda sokaklarında sıralanan evlerin salon pencerelerinde belki perde dahi yoktur; ama bizler evimizin içinin dışarıdan geçenler tarafından görünmesini istemeyiz - hiç olmadı tül perdeler kullanırız. Dışarıdakiler bizi göremez ama biz onları görürüz.
Sonuçta, az veya çoklukla estetik değerleri yakalayabilmek bir kültür, sanat ve mesleki birikim işi olsa gerek.
[1] Robert Venturi, s.18
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız. GİRİŞ YAP / KAYIT OL